30 Mayıs 2011 Pazartesi

Ben ne dediğimi biliyor muyum? (2)

BALIKGÖZLERDEN BAKTIK ÇARŞIYA




yapayalnız o kuş
biliyorsa ki yarın
sevgilisi gelecek
bak şarkısı dinlenir...



Şarkı mı? Şarkılar karışıyor. Tam da karıştıkları yerden sanki enseden öpüyorlar. Aklımdaki şarkıyı unutturacak kadar hem de. Gariplikler ve sürprizler olmadan bir de. Bir kasabanın ne kadar sürprizi olabilir ki? Ama bazen ense öpüşünün sürpriziyle geliyorlar. Akşam, kasaba meydanında denize diklemesine uzanan sokaklarda ve meydan aralıklarında, geçmeyi unuttuğumuz, bazen de bilerek geçmediğimiz şehir, görünen kısımlarının üzerinde titreyen buğusuyla dikiliyor insanın karşısına. Kasabanın en yaşlı birkaç ağacından birinin yanından usulca geçiyor sanki. Balık, baharat, et ve süt ürünleri, bir kısmı göt ürünü adamlar ve kadınlar kalabalığına karışıyor.
Sonra deli gibi çiftler her yerler. Gönül yayları gevşekliğiyle her yana dağılmış çiftlerin mesut kahkahaları, sırıtışları, köşe başlarında muhtemelen kıytırık sebeplerle münakaşaları. Bir kısmı da o kadar tatlı ki.
Anam geliyor aklıma. Geçenlerde sordu: “Konuştuğun biri var mı?” diye. Ne zamandır duymadığım ve kullanmadığım sözün büyüsüyle dondum.
“Konuşaçak insan yok ki biri olsun” diyerek lafı dolandırdım.
“Ana onlar çıkıyorlar, beraberler falan. Konuşmak hikaye” dedim. “Çeviri hatası gibiler” dedim anlamadı. Oturup iki saat ona “Gerçeklik duyugusunu yitirdik. Sizin gerçek sandıklarınız da kalmadı” demeye gönlüm elvermedi.
“Gönül yayları sadece gevşerse olmaz, bir de titremeli” diyemedim.
Bir kedi gibi çarşı içinde haddini bilmez uzamış yeşilli dala sürttüm kafamı. Benim mahallenin korunaklı kokusu buraya bile ulaşmış gibi üstelik. Öyle bir koku ki bütün çirkinlikleri siliyor. Başka bir kasabanın görütünsüyle burayı örtüştürüyor. Tuzu bol denizli bir sudan, ardında kasap sinekliğinden bozma bir perdenin ardında zeytinyağlı koca bir salataya ulaşacakmış yanılsaması. "Ben de olsam yanılabilirim. Bir de ben zaten yanılabilirim" diyorum.
“Ya ben taşıyosam bu kokuyu çarşıya.” “Yok daha neler?” “O senin burnunun güzelliği”... Bir ay sonra terli bedenlerin çarpışacağı çarşıya hemi de. "Bakma bu evlere bir zamanlar başka birşeylere benziyorlarmış. Taa buradan güney kasabaya, oradan başlayan koca bir nehrin kuzeylerde bir yerlerde eski bir krallığın dibine kadar uzandığı bok kokmayan nehirli bir kasaba. Tepelerinden yuvarlanarak denize kendini bırakabileceğin bir yer" diyorum kendime. 
 "Şşştt.. Dikkat et o zaman. Bu zemin doldurma"
Terli başka bir bedenle çarpıştığımda artık ne çarşının şarkısı kalıyor, ne de düşündüklerim. Balıkçıabi'nin “Naber lan?” sorusuyla kendime geliyorum. Eski filmlerden fırlamış hatları ve eksiği bol dişleriyle gözleri gülüyor.
“Hassiktir, yine esir etmiş kendini tombulbiraya” diyorum içimden.
İyidir abi. Çirkinhavuza doğru gidiyom işte”.
Çirkinhavuz ne lan?”
Ya şu yukarıda güneydeki havuzun oraya. Boşver sen napıyon?”
Napiim amına koyiim orospu çocuklarıyla uğraş dur.”
Çirkin havuz artık yok. Bir zamanlar orayı dünyanın en çirkin havuzu ilan etmiştim. “Kime ne?” “Öyle deme bu kadar çirkini görülmedi?”
Genelde fıskiyesi akmayan 3-5 santimlik kirli suyuna bir zamanlar dilek niyetine bira kapağı attığımız havuza.
Para atsan sahiden belki de olacaktı onlar!” “Hadi len. O zaman bira olmayacaktı. Havuzun da anlamı olmayacaktı.”
Küfür haznesi yazılsa ayrı bir hikaye olacak derinlikte bu abinin işi başka. Ben dahil kimse onu gerçek işini yaparken görmemiş. Bir rivayete göre zevk için başkalarının eşyalarını taşıyormuş. İşini bilemem ama eğer doğruysa o paralarla kendi zevki için tombulbiraşişesiesiri olduğunu biliyorum. Ama bir yerlerde kontağı kapamış, hatta boşa almış giden hüznü ve dişsiz ağzıyla bir uçurumun kenarında, her türlü tutulacak dal bulan marifetiyle seviyorum onu.
Çarşı ışığı altında o ana kadar görmediğim bir yanını görüyorum. Saçlarının bir kısmının siyaha boyadığını fark ediyorum. Hayatımda büyük bir yer kaplamıyor ama onu çok seviyorum.
Tıpkı enbi sevdiğimiz bir kadında bile sonradan ama belki de çok sonradan fark ettiğimiz bir özellik gibi fark ediyorum boyaları. Aklımdan gitmeyen, öperken ısırılmış dudak ve onun tadıyla beni başka birşeye ihtiyaç duymadan beni yürütebilen o genç kadın geliyor aklıma. Onu son gördüğümde yüzünde gördüğüm en son yeni şey. 'Bakışırken karşılıklı hafif bükülmüş eğri dudaklar' resmi olsun adı diyorum.
Balıkçıabinin bana bişeyler anlattığını elini omzuma koyunca hatırlıyorum. Söylediklerinin sadece yüzde 10'unu anladığınız birinin o anlattığından değil de, sizin işinize geldiği için aldığınız bölümü gibi sesini duyuyor ve kendime geliyorum.
Balıktan mı?”
He yaa.”
Kasabanın güney sahillerinde çiftlerin tesis yetersizliğinden farklı kilolarda güreştikleri, röntçü güreş hakemi sapıkabilerin baharda otların bereketiyle sürü halinde göç ettikleri, tasarlayan lavuğun muhtemelen çok önceleri aşık olduğu geyşanın adımlarına göre, ya da birbirlerine dah çok vakit ayırmasını gerektiğini düşünerek ya da gerçekten lavukluğundan tasarladığı minik adımlı merdivenlerin az ötesinde, belki de oraya bile ait olmayan kayaların adamı o. Arkasında bütün kasabanın bokunu toplayıp denizde birkaç kilometre öteye ötelediği tesislerin önünde.
Yine aynı şeyi yapıyor. Görüşürüz derken karşısındakinin yüzüne bakmayıp bir sonraki düşmemesi gereken adıma odaklanıyor kanındaki promille. Belki de tek ortak noktamız balıkgözlerle çarşıya attığımız garip bakış.
Çarşı giderek ısınıyor. Ya da ben. Anında o genç kadın yeniden geliyor aklıma. Dudağımda kalan tat, kokulu silgiler, renkli kağıtlar, defterler, kalemler, tuhaf dergiler ve garip oyuncaklarla dolu, o bir tür ereksiyon hissini yeniden yaratıyor beynimde, yeni bir türküyle.

Bülbül geler yaz ile
Yarım oynar saz ile
Her bahanda naz ile
Üreğimi çala göz

SÜRECEK

2 yorum:

  1. O an, o enseöpüşü boyunca geçen zamanda, önümüz ve ardımız boyunca uzayan yolda-"iki"nin tüm kalabalığı ile sanki koskoca evrende yapayalnızmışız gibi -bizden başka kimsenin olmayışı.
    Biz. İkimiz...
    "Bir" ol(a)mayan "İki" yarımı toplasan bir tam etmedi.

    YanıtlaSil