30 Mayıs 2011 Pazartesi

Ben ne dediğimi biliyor muyum? (2)

BALIKGÖZLERDEN BAKTIK ÇARŞIYA




yapayalnız o kuş
biliyorsa ki yarın
sevgilisi gelecek
bak şarkısı dinlenir...



Şarkı mı? Şarkılar karışıyor. Tam da karıştıkları yerden sanki enseden öpüyorlar. Aklımdaki şarkıyı unutturacak kadar hem de. Gariplikler ve sürprizler olmadan bir de. Bir kasabanın ne kadar sürprizi olabilir ki? Ama bazen ense öpüşünün sürpriziyle geliyorlar. Akşam, kasaba meydanında denize diklemesine uzanan sokaklarda ve meydan aralıklarında, geçmeyi unuttuğumuz, bazen de bilerek geçmediğimiz şehir, görünen kısımlarının üzerinde titreyen buğusuyla dikiliyor insanın karşısına. Kasabanın en yaşlı birkaç ağacından birinin yanından usulca geçiyor sanki. Balık, baharat, et ve süt ürünleri, bir kısmı göt ürünü adamlar ve kadınlar kalabalığına karışıyor.
Sonra deli gibi çiftler her yerler. Gönül yayları gevşekliğiyle her yana dağılmış çiftlerin mesut kahkahaları, sırıtışları, köşe başlarında muhtemelen kıytırık sebeplerle münakaşaları. Bir kısmı da o kadar tatlı ki.
Anam geliyor aklıma. Geçenlerde sordu: “Konuştuğun biri var mı?” diye. Ne zamandır duymadığım ve kullanmadığım sözün büyüsüyle dondum.
“Konuşaçak insan yok ki biri olsun” diyerek lafı dolandırdım.
“Ana onlar çıkıyorlar, beraberler falan. Konuşmak hikaye” dedim. “Çeviri hatası gibiler” dedim anlamadı. Oturup iki saat ona “Gerçeklik duyugusunu yitirdik. Sizin gerçek sandıklarınız da kalmadı” demeye gönlüm elvermedi.
“Gönül yayları sadece gevşerse olmaz, bir de titremeli” diyemedim.
Bir kedi gibi çarşı içinde haddini bilmez uzamış yeşilli dala sürttüm kafamı. Benim mahallenin korunaklı kokusu buraya bile ulaşmış gibi üstelik. Öyle bir koku ki bütün çirkinlikleri siliyor. Başka bir kasabanın görütünsüyle burayı örtüştürüyor. Tuzu bol denizli bir sudan, ardında kasap sinekliğinden bozma bir perdenin ardında zeytinyağlı koca bir salataya ulaşacakmış yanılsaması. "Ben de olsam yanılabilirim. Bir de ben zaten yanılabilirim" diyorum.
“Ya ben taşıyosam bu kokuyu çarşıya.” “Yok daha neler?” “O senin burnunun güzelliği”... Bir ay sonra terli bedenlerin çarpışacağı çarşıya hemi de. "Bakma bu evlere bir zamanlar başka birşeylere benziyorlarmış. Taa buradan güney kasabaya, oradan başlayan koca bir nehrin kuzeylerde bir yerlerde eski bir krallığın dibine kadar uzandığı bok kokmayan nehirli bir kasaba. Tepelerinden yuvarlanarak denize kendini bırakabileceğin bir yer" diyorum kendime. 
 "Şşştt.. Dikkat et o zaman. Bu zemin doldurma"
Terli başka bir bedenle çarpıştığımda artık ne çarşının şarkısı kalıyor, ne de düşündüklerim. Balıkçıabi'nin “Naber lan?” sorusuyla kendime geliyorum. Eski filmlerden fırlamış hatları ve eksiği bol dişleriyle gözleri gülüyor.
“Hassiktir, yine esir etmiş kendini tombulbiraya” diyorum içimden.
İyidir abi. Çirkinhavuza doğru gidiyom işte”.
Çirkinhavuz ne lan?”
Ya şu yukarıda güneydeki havuzun oraya. Boşver sen napıyon?”
Napiim amına koyiim orospu çocuklarıyla uğraş dur.”
Çirkin havuz artık yok. Bir zamanlar orayı dünyanın en çirkin havuzu ilan etmiştim. “Kime ne?” “Öyle deme bu kadar çirkini görülmedi?”
Genelde fıskiyesi akmayan 3-5 santimlik kirli suyuna bir zamanlar dilek niyetine bira kapağı attığımız havuza.
Para atsan sahiden belki de olacaktı onlar!” “Hadi len. O zaman bira olmayacaktı. Havuzun da anlamı olmayacaktı.”
Küfür haznesi yazılsa ayrı bir hikaye olacak derinlikte bu abinin işi başka. Ben dahil kimse onu gerçek işini yaparken görmemiş. Bir rivayete göre zevk için başkalarının eşyalarını taşıyormuş. İşini bilemem ama eğer doğruysa o paralarla kendi zevki için tombulbiraşişesiesiri olduğunu biliyorum. Ama bir yerlerde kontağı kapamış, hatta boşa almış giden hüznü ve dişsiz ağzıyla bir uçurumun kenarında, her türlü tutulacak dal bulan marifetiyle seviyorum onu.
Çarşı ışığı altında o ana kadar görmediğim bir yanını görüyorum. Saçlarının bir kısmının siyaha boyadığını fark ediyorum. Hayatımda büyük bir yer kaplamıyor ama onu çok seviyorum.
Tıpkı enbi sevdiğimiz bir kadında bile sonradan ama belki de çok sonradan fark ettiğimiz bir özellik gibi fark ediyorum boyaları. Aklımdan gitmeyen, öperken ısırılmış dudak ve onun tadıyla beni başka birşeye ihtiyaç duymadan beni yürütebilen o genç kadın geliyor aklıma. Onu son gördüğümde yüzünde gördüğüm en son yeni şey. 'Bakışırken karşılıklı hafif bükülmüş eğri dudaklar' resmi olsun adı diyorum.
Balıkçıabinin bana bişeyler anlattığını elini omzuma koyunca hatırlıyorum. Söylediklerinin sadece yüzde 10'unu anladığınız birinin o anlattığından değil de, sizin işinize geldiği için aldığınız bölümü gibi sesini duyuyor ve kendime geliyorum.
Balıktan mı?”
He yaa.”
Kasabanın güney sahillerinde çiftlerin tesis yetersizliğinden farklı kilolarda güreştikleri, röntçü güreş hakemi sapıkabilerin baharda otların bereketiyle sürü halinde göç ettikleri, tasarlayan lavuğun muhtemelen çok önceleri aşık olduğu geyşanın adımlarına göre, ya da birbirlerine dah çok vakit ayırmasını gerektiğini düşünerek ya da gerçekten lavukluğundan tasarladığı minik adımlı merdivenlerin az ötesinde, belki de oraya bile ait olmayan kayaların adamı o. Arkasında bütün kasabanın bokunu toplayıp denizde birkaç kilometre öteye ötelediği tesislerin önünde.
Yine aynı şeyi yapıyor. Görüşürüz derken karşısındakinin yüzüne bakmayıp bir sonraki düşmemesi gereken adıma odaklanıyor kanındaki promille. Belki de tek ortak noktamız balıkgözlerle çarşıya attığımız garip bakış.
Çarşı giderek ısınıyor. Ya da ben. Anında o genç kadın yeniden geliyor aklıma. Dudağımda kalan tat, kokulu silgiler, renkli kağıtlar, defterler, kalemler, tuhaf dergiler ve garip oyuncaklarla dolu, o bir tür ereksiyon hissini yeniden yaratıyor beynimde, yeni bir türküyle.

Bülbül geler yaz ile
Yarım oynar saz ile
Her bahanda naz ile
Üreğimi çala göz

SÜRECEK

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Ben ne dediğimi biliyor muyum?




Mahallede dalgalanan şampiyonluk bayrağı poyrazı gösteriyor. Balkonlardan ve pencerelerden sarkan kafalar ilk sıcaklarla ısınıyor. Poyraz balkondaki silüetleri, elleri titreyen bir ressamın elinden çıkmış gibi titretiyor. Kış boyunca ciğeri UFO'lanmış sobalanmış çocukla kalorifer ciğerli çocukları eşitlermiş gibi sıcak. Halbuki esas eşitlik eylül'de gelecek. Tabii palamut ucuzlarsa. Mahalle ucuz balık kokacak. Birkaç hafta sanki aynı kaptan yiyen koca bir komün gibi. KediCengiz ve kediRıza ısınmış patileriyle kediAysel'in peşinde. Birşeyler duvar diplerinde, arka bahçelerde ve hatta asfalt yolda hareket halinde gibi. O tuhaf koku, akşama kadar insanı yatağa bağlayacak döllenmiş çiçek kokusu gibi bişeyler ev içlerine sızarak yemek kokularına karışıyor. Yokuşu ve merdiveni bol yerlerinde duvarlar sarmaşık işgalinde. O şarkı geliyor aklıma.

Ağzımda bal gibi tatlı bir türkü
Bir iner bir çıkarım bu yokuşu

Onun gelmesine daha üç saat var. 19.37-19.42 arası anı yönden bütün endamıyla geçecek. Her akşam şaşmadan. Slavları andıran yüz hatları, elinde hep fazladan çantalarla ve torbalarla, hızlı bir işgününü sonunda aynı donuk ifadesiyle geçecek. Arabası az mahallede topukluları duydun muydu bil ki o. Boyu benden uzun. Sorun mu? Değil. Ona aşık mıyım? Hayır? Yo yo o senin arzu nesnen? Alakası yok. E ne peki? Görüntü. Fotoğrafın içinde bir yerlerde, bütün hüznüyle. Ne yer, ne içer...

Belki çocukkken yağmur yağıp da dışarı salınmadığımda camdan dışarı bakıp yollardaki arabaları yarıştırmam gibi yaptığım. Sadece Murat ve Renault arasında geçen bir yarış tabii. Sabahçorbasıbulunurcu ile telefonkilidiaçılırcı dükkanlarının evrenin başka hiçbir yerinde yan yana olmaması ya da hiç olmamaları gibi. Mahallenin büyük duvarındaki parti afişleri arasındaki yarış belki. Şuh bakkalablanın fazladan samimiyeti, meraklıkomşuteyzenin bana kuşkulu bakışı, bi yanı yosunlu apartmanı, yeni badanalanmış ağaçları. Gözlerim ağrıyor ama hepsini görmek istiyorum.

Çoğu zaman görmeden yanımdan geçip giden hepsini. Fazla çalışmaktan kediler dışında sevişeni az mahallem kasabanın kuzeyinde. Kimse farkında değil ama ilk kar oraya yağıyor. Şimdi bizim mahalledeki bayrağı dalgalandıran poyraz, 15 saniye sonra güney kasabadakileri tiretecek. Dünya eşitsizliğinin mekansal dağılımının tersine, zengin güney kasabaya.

Saydım. Sırtımı duvara verince 1254 adım sonra kasabanın çarşısındayım. Hepsinin tam ortasındaki kalabalık yerde. Baldırıçıplaklar ve baldırını çıplak bırakacak kadar bakımlılar, yere tükürenler, aynı tür giyinenler, güneşte güldüklerinde röntgende çıkan hastalık gibi fesatlıkları gözüken sahteler... Hepsi aynı kaldırımızengin zeminde kayıyorlar. Birazdan akşam olacak.

Başka bir şarkı dilimde şimdi;

yapayalnız bir kuş
ayrılığa ağlarsa
ayrılık önemsenir

yapayalnız o kuş
biliyorsa ki yarın
sevgilisi gelecek
bak şarkısı dinlenir...

SÜRECEK...

20 Mayıs 2011 Cuma

Dylan Abi 70 yaşında

 

Bizi bazen bu Dylanesk havalar mahveder. Yaş 70 ve iş bitmemişin en güzel örneklerinden Dylan Abi. Geçen yaz geldi, çaldı ve gitti. O zamanlar çızıktırdığım bu toparlama yazı 70'i deviren Dylan Abi'ye gitsin. 


ALLEN GINSBERG
Dylan, beat kuşağının doğuşuna tanıklık etmiş bir figürdü. Beat'in en önemli şairlerinden Allen Ginsberg'le sıkı arkadaştı. Ginsberg, Dylan'la sahneye çıkıp şarkı söylüyor ve Dylan sayesinde kalabalıklarla şiirini buluşturuyordu.

BLOWIN' IN THE WIND

1963 tarihli The Freewheelin' Bob Dylan albümünde yer alan parça, müzik tarihinin unutulmazları arasında yer alıyor. Duke Ellington, Bobby Darin, Elvis Presley, Stevie Wonder gibi isimler tarafından da seslendirilen parça, onlarca dilde de yorumlandı.


CİDDİYET
Dylan'ın hayat felsefesinde önemli bir yer teşkil ediyor. Bir röportajında ciddiyetle ilgili şunları söylüyor: "Kabul etmek lazım, yaptığın şeyi ya ciddiye alıyorsundur ya da ciddi değilsindir. Bu ikisini birbirine karıştıramazsın."

DYLAN THOMAS

Asıl adı Robert Allen Zimmerman olan sanatçı, severek okuduğu şair Dylan Thomas'tan etkilenerek, kendini önceleri Robert Dylan ve en sonunda da Bob Dylan olarak tanıtmaya karar veriyor.

EVE DÖNÜŞ YOK

Eve Dönüş Yok - No Direction Home, yönetmen Martin Scorsese'nin elinden çıkan Dylan'ın 1966'ya kadar olan hayatını konu alan yaklaşık dört saat uzunluğunda bir belgesel. Belgesel, sanatçının dostlarıyla yapılan röportajlar ve sahne arkası görüntüleriyle dolu.

FOLK MÜZİK

Dylan, rock'n roll'dan uzaklaşıp folk müzik yapmasını, 1985 yılında kendisiyle yapılan bir röportajda şöyle anlatıyor: "Rock'n roll ile ilgili şey benim için yeterli değildi. Folk müziğe girdiğimde biliyordum ki bu benim için daha ciddi bir şeydi. Şarkılar daha çok mutsuzluk, umutsuzluk, zafer, inanç gibi pek çok derin duygular üstüneydi."

GECEYARISI KOVBOYU

Dylan, başrolünde Dustin Hoffman'ın oynadığı 1969 yapımı Geceyarısı Kovboyu filmi için bir şarkı bestelemeyi çok istedi. Sonunda ortaya çıkardığı şarkı ise filme yetişmedi. Filmde kullanılmayan Lay Lady Lay adlı bu şarkı, sonrasında o kadar çok sevildi ki, Dylan'ın en çok yorumlanan işlerinden biri oldu.

HAYAT BERBAT
Bir Dylan klasiği olan Mr. Tambourine Man parçasını, Müslüm Gürses Türkçe sözlerle ve Hayat Berbat adıyla Aşk Tesadüfleri Sever albümünde seslendirdi. Müslüm Baba'nın yorumu, Dylan'ı aratmadı.

I'M NOT THERE

Yönetmen Todd Haynes'in Dylan'dan izin alarak çektiği I'm Not There - Beni Orada Arama adlı film, müzisyenin bir tür biyografisi olma özelliğini taşıyor. Filmin adı da Dylan'ın aynı adlı şarkısından geliyor.

JOAN BAEZ

Dylan, müzisyenliğinin yanı sıra sivil özgürlük mücadelesinde sıkı bir eylemci olarak da yer alan Joan Baez'le 1961'de tanıştı. İki yıl süren bir ilişkileri oldu ve Dylan, Baez'den çok etkilendi. Baez'in ünlü Diamonds and Rust şarkısı da Dylan'a duyduğu aşkı anlattı.

KNOCKIN' ON HEAVEN'S DOOR
1972'de Sam Peckinpah'ın yönettiği Pat Garret and Billy the Kid filminin hem müziklerini yaptı hem de 'Alia' rolünü oynadı. Film gişede başarısız olsa da, Knockin' on Heaven's Door şarkısı müzik tarihine geçti.

LIKE A ROLLING STONE

Rolling Stone dergisinin 172 müzisyen ve eleştirmenin görüşleriyle oluşturduğu 'Tüm Zamanların En İyi 500 Şarkısı' listesinde bir numara olma şerefi, Dylan'ın Like a Rolling Stone şarkısına ait.

MARIANNE FAITHFULL

1965'te İngiltere'de Savoy Otel'de tanıştılar. Faithfull otel odasında onunla geçirdiği gece için daha sonra anılarında şöyle yazdı: "Pişmanlığım onunla yatmamış olmam değil, o gece otel odasında tuvalet kâğıtlarına benim için yazılanları okuyamamış olmam."

NOBEL

Nobel Edebiyat ödülleri için aday gösterilen isimler arasında birçok kez Bob Dylan da yer aldı.

ONE MORE CUP OF COFFEE

1976 tarihli Desire albümünde yer alan One More Cup of Coffee şarkısını karısı Sara için yazdı. Dylan'ın belki de en sevilen ve en çok yorumlanan şarkılarından biri oldu. Şarkıyı Sertab Erener de İngilizce olarak yorumlamıştı.

POLİTİKA

Protest şarkılarıyla sürekli ilgi uyandırsa da, Dylan'ın politikayla ilişkisi hep karmaşık oldu. Hatta şarkılarla bir şeylerin değiştiğine inanmadığını bile açıkladı.

ROMAN

Dylan'ın kaleme aldığı birçok kitap arasında tek edebiyat eseri oluşu, Tarantula kitabını farklı kılıyor. Deneysel roman türündeki kitap Türkçeye de çevrildi.

SARA LOWNDS

Dylan, Sara Lownds ile 1964'te Woodstock'ta tanıştı ve bir yıl sonra evlendi. İlişkileri çok sancılı geçti. Sara Lownds, Dylan'ın hayatındaki en önemli kadınlardan biriydi. Çift 1977'de boşandı.

ŞARKI
Söz yazarlığı ve besteciliği tartışılmaz olan Bob Dylan, şarkıyı şöyle tarif ediyor: "Şarkı, kendi başına var olabilen her şeydir."

TRABZON
Hayatını ve kariyerini kaleme aldığı üç ciltlik kitabın ilk cildinde büyükannesinin Trabzonlu olduğunu ve Kırgız soyadı taşıdığını yazınca, Türkiye bir süre onu konuştu.

UYUŞTURUCU

Dylan bir dönem uyuşturucuyla fazlasıyla haşır neşir oldu. Onun için bir zamanlar şu tabir kullanıldı: LSD sahnede.

ÜNİVERSİTE
Dylan, üniversiteyi şöyle tanımlıyor: "Huzurevine oranla daha fazla kişinin öldüğü yer." Zaten çok geçmeden de üniversiteden atılıyor.

VİETNAM
ABD'nin 1965'te başlattığı ve 1973'e kadar süren Vietnam işgali sırasında Dylan, kariyerinin ölümsüz eserlerini veriyordu ve sözlerindeki protest öğeler nedeniyle şarkıları savaş karşıtlığının birer sembolü haline gelmişti.

YAĞMUR

Dylan, şarkılarında yağmur imgesini çok sık kullanıyor. A Hard Rain's a - Gonna Fall şarkısında şöyle der: Lağımda ölmüş bir ozanın şarkısını duydum / Daracık bir yolda ağlayan bir palyaçonun sesini duydum / Ve çok şiddetli, çok şiddetli, çok şiddetli, çok şiddetli bir yağmur yağacak.

ZAMAN
Üstadın The Times They are a-Changin' şarkısı daima genç kalmayı, zamana bakışıyla başarıyor. Şöyle diyor sözlerinde: "Lütfen çekilin yeni yoldan / Eğer uzatmayacaksanız ellerinizi / Çünkü zaman değişiyor."

15 Mayıs 2011 Pazar

Kirpiksiz


Kirpiğim kirpiğime dokunmadı gece boyunca. Öğleden sonra çarşıda kafamdan sırtıma inen tuhaf bir sıcaklıkla uykum geldi. Döndüm bir de ne göreyim? Güneş altından bir top gibi kasabanın çarşısında orta yerde duruyordu. Donmuş halde bakakaldım. Ben baktığımdan, çarşı kalabalığı onu görmediğinden kördü. Kirpiksizim artık...

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Let it be, let it 2...



Nasıldı o şarkı; 'Let it be, let it 2'. Allahın hakkı 3'tür, kedi canımın 9.
4 ayak üstüne pek düşemeyen kedi canım. 2+2=5, neden olmasın?
Ya 3/4'lük atarsın ya da 4/4 'lük yaşarsın.
Ya 3.14'ün içindesindir, ya da dışında.
Zaten görülmemişti 5 parmağın 5'inin bir olduğu.
6 6 6. Şeytan bile bundan sıkıldı.
Hepimizin var ya 7 sülalesini... 9/8'lik göbek atıyoruz yoksulluğumuza.
10 numara adamlar ve kadınlar var hala bu dünyada. 12 ay, 12 ayrı kadın, tek kadında bile.
13 uğursuzmuş! Halbuki yalnız bire ve kendine bölünebilen asal ve asil kişiliği.
Güzel şarkıdır Guns N' Roses 14 Years. Hey 15'li. Taşlıymış Tokat yolları.
18 yaşa keyfine göre vize muamelesi, devletin 'baba' sureti.
Keşke Seattle son durak olsa 19S otobüsünde.
Hayat sıklıkla 31 gerçekliği. 35 yolun yarısı, ya da Olimpos'a giden yolun yarısı.
36 olmuş beden politikasının fetiş aracı. '38'de iyidir be.'
40'ı çıkar ya ölünün de yeni doğanın da. Ertesi gün gelsin 41 kere maaşallah.
42'yi sorma, sıkıcı Konya. 62'den tavşanlar kovalasın Alice'i.
68, sürekli cepten yiyen eski zengin bir deli. Yaş 70 iş bitmemiş.
90 60 90, ama aklı noksan. Yeter be artık cümle içinde '80'ler'den.
00 çeviri kurbanı 100 numara bizde. %100 organik hemi de.
Ölmeden önce görülecek 101 yer. Ya tanışılacak 101 insan?
360 derece görebilmek kör eder miydi bizleri?
1000 kere dedim sana; ölürmüş 1001 gece masallarını bitiren.
2001 UZay değil, işssizliği bol bir maceraydı...
Bunlar aklıma ilk gelenler. Sayılar yönetemez hayatı (yoksa onlar mı yönetiyor lan?) ama yine de yazıp artıralım bahisleri.

1 Mayıs 2011 Pazar

masa da masaymış ha!



 
 
 
 
 
 
Masa da masaymış haa!

Sağlık ve bakım kültürüyle aşırı donanmış yeni hedonist çağda, (yeni ortaçağ gibi lan) daha formda, daha mutlu, topluluk içinde ağlamayan, çok içmeyen, spora giden, geceleri niyet ettim eyledim öyle bir birey olarak yaşamaya diye uykuya dalanlara diyeceğim çok birşey yok. (bkz. Radiohead-Fitter Happier şarkısı)
Ama hani şu pazarlama kanallarında, ya da henüz yeterince reklam pastasıyla palazlanamadığı için bu tür reklamları yine bu tür niyetlerle yaşayan insanlara yönelik takım taklavat satan reklamlarda çok kullanılır ya: öncesi ve sonrası. Genelde iki resimden oluşur bu reklamlar. O reklamlar için çekilmiş fotoğraflarla poz veren amca ve teyzelere de bir diyeceğim yok. Hele ki bir takım zehirleri, ilaçları para karşılığında deneyen insanların yaşadığı bir gezegende lafı bile olmaz.
Konumuz yine iki fotoğraf. Önce ve sonra fotoları. Chet Baker Abi'nin fotoları arasındaki farklar. Yakışıklı bir genç yeteneğin fitter happier bir dünya yerine, bir nevi bar ya da kulüp gülü demeyelim de kaktüsü olmayı tercih etmesi, dumanlı kafalar, alkolü sıvılar, kadınlar, bir takım kimyasallar, harbi kavgalar(dişlerinin dökülmesi pahasına bile), blue'yu bir renkten ibaret görmeyip yaşaması ve notalara dökmesinin yarattığı farklar. Belki de Müslüm Baba'nın Fark Yaraları şarkısındaki gibi şeyler. (dost ve hasret yaralarını da ekler Müslüm Baba aynı şarkıda. Fark Yaraları ise güzel dilimizde sınıf bilincinin başlangıç cümleleri için söylenebilecek öfkenin örgütlenmesinde kilit önem taşıyabilecek, bilinçsiz bir uyanış cümlesi yarışmasında birinççç olabilir.)
Fani olmanın dayanılmaz funny'liği Chet Baker Abi'nin suratının her çizgisinde görmek mümkün. Sonrası kelimesini unutarak ya da bazı konularda tam tersi bir fani sorusu olarak 'e peki sonrası?'nı diyerek. Ya da 'Ne fark eder ki diyen Pearl Jam Indifference şarkısı gibi.) Hem fare hem de fil gibi hissederek, bakır boruya sadece hava değil, bazı ara nağmelerin duman göndererek de çıkabileceğinin bilinçsiz farkındalığı, memeli her 'hayvan'ın fena farkındalığı ya da. Öncesi de sonrası da öyle olduğundan. Hesapsız.
Chet Abi, Tom Waits Abi ve Boris Vian Abi ile aynı masada oturmak isterdim. Dünyalar benim olurdu. 'Dünyayı istiyoruz ve şimdi istiyoruz' diyen Jim Morrison da masaya normal olarak geç kalsaydı ve katılsaydı. Masaların üzerine konana sandalyeler üzerine
'müzik bittiğinde ışıkları kapa artık' denseydi. Hiç bişey bilmiyormuş ve yeni öğrenilecek herşeye hazır daha güzel bir masa olamazdı.

lodosta iş kafası



Siyah tırnaklarımın arasında yeşil bir eriği dişleyip, ya da reçelli yağlı bir dilim ekmeği hüpletip, ağzımı yüzümü koluma silip, ciğerlerimdeki otoyol tozunu kusup, yüzümü lodosa dönerek bağırmak istiyorum: ey fani ve funny dünya; ulan dondurma alıyorum yağmur  başlıyor. Dondurma alıyorum yağmur başlıyor. Dondurma alıyorum yağmur başlıyor. Mesai bitiyor yağmur başlıyor. Mesai bitiyor yağmur başlıyor. Mesai bitiyor yağmur başlıyor. Bu bana reva mıdır??? Her seferinde şiirlerle şarkılarla mı avutacağım kendimi? Sus cevap verme. Sana inat biliyorum; bütün rüyalar akıllıdır.