24 Kasım 2012 Cumartesi

2012 en iyiler (10)



kalbimizi fethetti.




Her yeni albümü güzel bir hediye gibi Patti Abla’nın. Banga albümü de öyle oldu.



M83 önceki yıldan sarktı. Dinlemeye devam.




Fleet Foxes 2011’deki son albümlerinden bu yana eşlik ediyor…



elemanların bu şarkısını yeni dinledim. Sürekli de dinliyorum. Yılın başında fark etseydim, açık ara en çok dinlediğim şarkı olabilirdi…



Bu eleman gerçekten marifetli…



bu toprakların son yıllardaki en güzel albümlerinden birini yayınlamıştı birsen tezer. Üstüne güzel şey  çok az çıktı. Bu şarkıyı da harika yorumluyor.



dumanı üstünde albümleriyle son anda imdada yetiştiler. Asfalt dünya’dan kaçış yok!


14 Kasım 2012 Çarşamba

2012 en iyiler (9)


Tame Impala, Lonerism adlı albümüyle taze bir soluk oldu.



Yeni albümleri bu yılın ortalarında çıkana kadar, eskisini dinledik de dinledik. Bu da hayal kırıklığı yaratmadı. 


O da özleten isimlerdendi. Güzel hatırlattı kendini…


13 Kasım 2012 Salı

2012 en iyiler (8)


Bu iki isim de 2012’de eşlik etti. En iyisi ikisini aynı şarkıda paylaşmak diye düşündüm.


onlar da özletmişlerdi kendilerini. Güzel döndüler ama…


İyi grup. Es geçmeyin. Birkaç gereksiz tarama dışında yolları açık. Esinlendikleriyle esmeye devam edip kendilerini daha da bulacaklar bence…


gidemedik dinlemeye L yeni albümleriyle avunup durduk.


rahmetliyi dinlemeye doymak mümkün mü?


onları da canlı izleyemedim. (şaşırmaya gerek yok) bence yılın en iyi şarkılarından biri… grup daha da büyüyecek o kesin…





2012 en iyiler (7)


Onlar şöhret basamaklarını çıkalı çok oldu. Popüler bir sürü parçaları da var. Gayet başarılılar. Ama bu şarkılarını dinlemeye yine de doyamadım. 


Yılın sonlarına doğru kulaklarımda onlarla başka türlü bir bayram havası esti. Bence daha da iyi olacaklar…


Yorulmak bilmiyor Jack White. Al sana başarılmış bir proje daha… 




2012 en iyiler (6)


Bunlar da iyiydi…


Bu yıl kulaklarımın pasını yeterince sildi. On parmağında on marifet. Iskalamayın onu... 

  
Onlar yine kalbimizdeki ve kulaklıklarımızdaki yerlerini korudular...


Bu elemanlar basit anlamda gitar davul ve basla hala güzel şeyler yapılabileceğini kanıtladılar…

   


11 Kasım 2012 Pazar

2012 en iyiler (5)


Kadıköy sound'un tükenmeyen sesi yeni albümüyle de mest etti...


Onları sevmemek için başka dünyalı olmak lazım. Ha, onlardan da güzel müzikler duyuyoruz bazen. Dünya müziği diye bir şey varsa en iyilerinden...


 birileri dünya müziği mi dedi? 



Dikkat play'e değil, huzur düğmesine basacaksın, şaşırma... 





2012 en iyiler (4)


güzel cover'lar da dinledim bu yıl. İşte onlardan bazıları...

 




2012 en iyiler (3)


müzikal dadaizm diye bir şey varsa bu odur. Aralık'ta İstanbul'da konser vereceklerini duydum. Para olursa gideriz. Oldu oldu, olmadı çay demleriz.


Ölüm haberiyle üzdü. Yok bir yandan da ölümün sıradanlığına da kapak oldu. Abdal neredeyse kalmadı o gidince çünkü. Onlarca şarkısı sonsuza kadar dinlenecek. Çok yazmaya da gerek yok. En güzelini bir tweet anlatmıştı: Neşet Ertaş diye yazılır, neşe, dert, aşk diye okunur... 



2012 en iyiler (2)

2012'de en çok dinlediklerimi paylaşmaya devam ediyorum. Bir yıl önce kadar bu sayfada "Bildiğimiz dünyanın sonu ve R.E.M. hala yaşıyor" diye bir şey yazmamın üzerinden çok değil, birkaç ay geçmeden grup dağılmaya karar verdi. (hay elime) Gitmeden de son bir albüm bıraktılar...


Sürekli dinliyorduk ama yıllar sonra yeni bir albümle 'ilaç' gibi geldi. Kedi canını senin....



Bu kadın tam 12'den vurdu. Bu şarkısı 2012 boyunca peşimden geldi...



2012 en iyiler

Kasım'ı da yarılıyoruz. Çoktan Norveç kafası olduk. 2012 boyunca en çok dinlediklerimi paylaşmak istedim ben de.

Grizzly Bear bence son yılların en önemli gruplarından. Büyük gruplar çıkmıyor artık. Buradaki büyük anladığınız her anlamda... Buna gerek var mı ya da mümkün mü? O da ayrı. Grizzly Bear buna en çok yaklaşanlardan. Dumanı üstünde son albümleri Shields'tan daha fazla şarkı paylaşmak isterdim. Şimdilik bununla idare edin...




Her daim listedeler...






26 Ekim 2012 Cuma

SARI BİRA

daha önce burada yayınlanmış uyduruk bir metnin yeniden yazılmaya çalışılmış ve kısaltılmış hali. oldu oldu, olmadı çay demleriz... :)


SARI BİRA

"Muraaatttt....”
Günlerdir nemli yastığa eşlik eden uyandırma sesi buydu işte. Sokakta yine adaşım veleti seviyorlardı. Bodrum katındaki evimizde, yerin altında yaşayan tuhaf bir yaratık gibi hissediyordum. “Nemli yastık, düdüklünün tıslaması, nohutun kokusu.” Şeyleri adlarıyla çağırdım.
Muraaattt...” sesiyle yeniden irkildim. Anam da gözünde giderek şeyleştiğimi ispatlar bir tonda sesleniyordu artık. Çok önceleri bu saatte uyanmak için nelerimi vermezdim. Terse işleyen günün saatleriyle nemli ev bir olup, oramı buramı sızlatıyordu. Anam da benim ritmime ayak uydurmuş, hatta her daim ayakta gibiydi. Bu kadın ne zaman uyuyordu? Yüzünde, anneannesinden miras erken kırışıklıklarıyla, ev içinde atom karınca telaşıyla, bazen ayarını kaçırdığı şefkatiyle bir insan makina haline dönüşüyordu. Yalanı saniyesinde anlayan, niyeti gören, ama her daim yeni görevler edinmeye meyilli bir makina. Anlamaya çabalamak nafileydi. Beraberindeyse tuhaf bir suçluluk duygusu. Söz konusu olan çocuklarıysa, annelerin ve babaların, vücutlarının bir yerlerinde amaca yönelik birer çip taşıdıklarından emindim. Dört yıl önce ölen babamın özlemi bile enerjisini çalamamıştı. Uyanır uyanmaz tellendirdiğim her sigaraysa benimkinden alıyordu.
Murat oğlum, aç karnına içme şu zıkkımı. Gel bir şeyler ye.”
Öğlenleri gün içinde birkaç saat güneş alan küçük salonumuzda, ekrana giren ışıkla yarı görünmez hale gelen, ama evde sesi her daim yankılanan televizyonun gürültüsü eşliğinde yapılan geç kahvaltı saatleriydi. Sese kayıtsız kalamıyordum. Kanalı değiştirdim. Çoğu önemsiz son dakika uyarılı havadisler havada uçuşuyordu. Bir kısmı da 10 yıl önce olsa, binlerce genci sokağa dökecek türdendi.Yağmurda güzel oluyordu ama.
Üniversitede okurken birkaç uyuz iş ve sekiz ay cezaevinden sonra, üçteker bir arabayı nohut, pilav ve didilmiş tavuklarla doldurmak, zevkli gelmeye başlamıştı. Anam bile bu işe başladıktan birkaç hafta geçmeden, “Oğlum boşuna mı okudun?” lafını sayıklamayı bırakmıştı. Ne evdeki kitaplar, ne de arada içkiyi ve sigarayı abartışım ona fazlalık geliyordu artık. Ya da ben öyle sanıyordum. Kahvaltı masasındaki üç çeşit reçel, iki çeşit zeytin ve anamın doğaçlamaları, neredeyse evin en renkli halleriydi.
Televizyona eşlik eden kafa sesimi susturup hazırlanmaya başladım. Anam günlük alışveriş listesini her zamanki gibi elime tutuşturdu ve balık hafızama güvenmeyip sesli tekrar etti. Pilavı, nohudu ve didilmiş tavukları üçtekere özenle yerleştirdim. Yol aldıkça mazgallardan gelen koku, yağmurun habercisiydi. Otobüs kapılarından sarkan bacakların, kıçların, trafikte sıkışmış arabaların içindekilerin, işten eve yayan dönen hızlı adımlıların, bir takım ofislerde belki de bütün gün bağdaş kurmak isteyip de o şekli bir an önce almak için sabırsızlanan güzel bacakların, bir de kedilerin çarşı kuytularından yavaşça kafalarını uzatmalarının şaşmaz vaktiydi. Üçtekeri sabitlediğim yer ise cehennemdi. Artık saate bile bakmıyordum. Hemen arkamda, kaldırımın köşesindeki büfede asılı dönerin kalan miktarı, satış zamanıma az kaldığının kanıtıydı. Rıhtımla evlerin başladığı yer arasında, eve geri dönüş yolunun kusturacak kadar yoğun yaşandığı o iğrenç kaldırımda yer tutmak için az cebelleşmemiştim.. Hırlısı hırsızı, haraççısı... İkna kabiliyetim devreye girmişti galiba. Zaten kendimi yanlış insanlara sevdirme konusunda şampiyondum.
Müşterilerimin çeşitliliğiyse artık şaşırtmaz olmuştu. Avını yerken korunaklı bir yer arayan, belgesellerdeki vahşi hayvanlar gibi davranan göbekli amcalardan, bir eliyle plastik tabaktan tıkınıp, öbürünün hızı yüzünden görülmez hale gelen başparmağıyla mesaj atabilen genç kadınlara kadar değişen bir çeşitlilikti bu. Aaa, evet. Evrimin ispatı baş parmaklardı onlar. Eski bir filmde gördüğüm, otostop çektikçe uzayan başparmaklar gibiydiler. Dolmaya çalışan dolmuş, ayyaş ayakçı, bazıları bizim mahallede de gördüğüm karabaş ve insanların sokağa attığı hayret verecek kadar çok sayıda cins köpek ve ortalarında gömleğinin eprimiş kollarını bir türlü kıvırmayı beceremeyen ben. Yok abartmayalım. Sol taraflarında ben, sağda köpek...
Neydi, neydi, neydi?...”
Bazen yönümü en iyi arkadaşlarım Uğur ve Ali uğradıklarında hatırlatıyor, “Solda olan sensin lan” diye dalga geçiyorlardı.
Birkaç saat içinde çoğu gece olduğu gibi müşteri yoğunluğu kıvamını bulmuştu.
Kıyafetlerin, kitapların, ev eşyalarının, cep telefonlarının, arabaların, çorbaların ve tatlıların en çakmalarının cennetinde, insanların tavuk, pilav, nohut ve turşu karşısında eşitlenmesi hiç de kötü gelmiyordu. Arka sokaktaki bilmem kaçıncı sınıf müzikholden gelen müziğin eşliği de manzarayı başka bir hale sokuyordu.

Yağmurun geleceği belliydi. Üçtekerin lüks lambasının vurduğu arabanın buğulu camına çiseler doluştu. Birden bastırdı. Köpekler, yolcular ve tezgahlar kaçıştı. Su göllerinden bata çıka ben de. Ayağımın iyiden iyiye alıştığı o kötü kokulu birahaneye kendimi zor attım. Üçtekeri dükkanının önüne kilitledim. İçerisi benim gibi ıslak saçlarıyla yeni gelenler ve bağıra çağıra konuşan yükünü almış adamlarla doluydu. Saçımdan damlayan yağmur sularıyla bir masaya oturdum. Garson abinin gürültünün içinde eliyle yaptığı arjantin işaretini göz kırparak onayladım. İçerideki uğultuyu bastıran yağmur sesi, bağırışlara ve mutfaktan gelen kızartma cızırtısına karışıyordu. Birası bir başkaydı. Yani benim için öyleydi. Altın sarısı değil, bildiğin sarıydı. Hafif sulu ve ucuz. Ama sanki kafası başkaydı. Sigara dumanı bulutunun altında bir takım adamlar, sarı biraların eşliğinde hızla kelle oluyordu. Yan masada 40'larını süren gruptaki adamlardan biri, hegemonyasını çoktan ilan etmişti. Büyük el kol hareketleriyle ve müthiş bir heyecanla anlatıyordu.
Olay yerine gittiğimizde adamın beyninin parçalarını topladık. Sonra tabi kim bilir hastanede kaç parçaya ayrıldı. Neyse velhasıl kelam iş bitti. Çıkışta ne yaptık dersiniz? Gittik kelle paça içtik.”
Deli gibi gülüştüler.
Hem de sarmısaklı.”
Asker olma ihtimalleri yüksekti. Gürültünün içinden bazılarını seçebiliyordum. Bir başka masada üç genç, abi diye seslendikleri bir adamla oturuyorlardı.
Abi benim bi fotoğraf var, sana zahmet onu bir güzel fotoşoplasana?”
Niye?”
Lazım abi, sakalsız istiyorlar.”
Sakalları niye kesmiyorsun lan?”
Ya usta, sakalları kesince fena şekilde anneme benziyorum.” 
Öbür masadaki muhabbet daha mı iyi diye kulak verdim. Maaşallah, insan isteyince kurt adam olabiliyordu.
Muammer Abi, senin göbek biraz inmiş mi ne?”
Nerdeee?”
Ya boş versene abi dert etme. Ben sana bir şey söyleyeyim mi?”
Hah, birisi cümleye böyle başlamayadursun, en mal laflardan laf beğen. Eeee...
Abi şimdi bak, salatalık var ya, ne sever biliyor musun? Gölge. Gölgede büyür.”
Ulan sen var ya.”
Tuvalete gitmek için kalktığımda arka masaların birinde yine o abi oturuyordu. Hep aynı yerde konuşlanıp birasına ve kitabına gömülüyordu. Ön tarafları dökülmüş ak saçlarının özenle taranmış hali, yakası tüylü kot montu ve yaşına göre atletik haliyle diğerlerinden kolayca ayrılıyordu. Yine kitap okuyordu. Yine onun yaşlarındaki sevdiğim öykücünün kitabını okuyordu.
Masama döndüğümde geviş getiren gürültü devam ediyordu. Yağmur hızını kesmemişti. Kalk git abinin yanına otur diye geçirdim içimden.
Kadın olsan yapardın ama. Yok lan onu da yapamazdım.”
Birden elektrikler gitti. Birahanede ufak bir uğultu koptu. Enerjilerini de ışıktan alırlarmış gibi sesleri azaldı. Işıklar gittiğinde hissettiğimiz o birkaç saniyelik sessizlik, böyle de bir hayat var dedirten gerçeklik... Bir an için yaşanan o küçük aydınlanma haliyle mekândaki bütün adamların kafalarının üzerinde minik ampuller yanmıştı. Bazıları çocuklarını ve karılarını düşündü. Kimileri kötü davrandığı kız arkadaşını, kredi kartı borcunu, çocukluğunu geçirdiği köyünü ya da karanlık bir sahilde yıldızlı geceleri. Ben de Uğur'la bütün Kadıköy'ü tavaf ettiğimiz o geceyi. Bir kadın olarak adını sevmiyordu. Ama adı gibi geliyordu hep bana. Gözlerimi ovuşturdum geçti.
Garson masalara küçük mumlar bırakmıştı. Işığın ve muhabbetin kesintiye uğrattığı sarı bira tüketimi karanlıkla arttı. Üçüncüyü devirmek üzereydim. Sonunda cesaretimi toplayıp kitap okuyan abinin yanına yanaştım.
Abi merhaba oturabilir miyim?”
Tabi buyur.”
Bu arada ben Murat.”
Memnun oldum Kadim ben de.”
Adının bilgeliği üzerinde, gereksiz tek bir kelime bile sarf etmiyordu. Lafı ister istemez kitaba ve yazarına getirdim.
Bu adamı çok seviyorum.”
Ben de. Ama bu son kitabını o kadar tutmadım. Biraz başkalarına özenmiş. Hani şu psişik kusmuklarla dolu olanlara. Halbuki yalın haliyle seviyordum onu.”
Bunu daha alamadım. Doğrudur.”
Yağmur durmuyordu. Dursa da kalkacak gibi değildim. Sarı bira iyi gelmişti. Kadim Abi'yle sohbeti koyulaştırdık. Pilavcılık yaptığımı biliyordu. Hatta birkaç kere yediğini söylediğinde onu hatırlamayınca, hafiften mahcup da olmuştum. Kadim Abi şehir hatlarında kaptandı. Kadim Kaptan. Şekilci değildim ama bu harika bir isimdi. Okumaya düşkündü. Siyaset konuşmaya başladığında şimdilerde unutulmuş amentüleri sıradan ve gündeme dair örneklerle harika bir biçimde sıralıyordu. Benimle aynı kafadan olduğunu anladıkça da açılıyordu. Cezaevi günlerini, nasıl kaptan olduğunu, neden hiç evlenmediğini, çiçeklerle ilişkisini, adını ilk defa duyduğum balıklardan bahsetti. Koca bir Türkiye ve dünya turu attırdıktan sonra ağzından çıkan kelimelerle donakaldım.
Genç, vapuru kaçırmaya ne dersin?”
Soru karşısında duyduğum şaşkınlık, öykü okuyan o sessiz adamdan beklenmedik o çıkış, kurduğu cümleler sonrasındaki afallamam fark edilmeyecek gibi değildi. Konuşsam vereceğim her cevap, o güzel soruyu mahveder diye korkuyordum. Fazla düşünmedim. Seçilmiş kişi belli ki tam da o an bendim. Doğru soru da buydu. Sadece doğru yerdeydik. Evet derim abi” diye bir şeyler mırıldanabildim. Kadim Abi kaçtır en iyi dostlarım Ali ve Uğur'la aklımıza gelen türlü türlü planlardan daha anlamlısını önermişti. Bir örgüt müydük? Hayır. Siyasi ve toplumsal mesajlarımız olacak mıydı? Evet. Değişik bir şey mi deneyecektik? Az denenmiş.
Silahları Kadim Kaptan ayarlayacaktı. Üstelik kaçırdığımız vapurun yolcularıyla adada piknik bile yapacaktık. Köfteler, rakılar, voleybol filesi, toplar ve tavlalar da silahların yanında olacaktı. Güvenlik güçlerini tam da öyle bekleyecektik. Üstelik bize adadaki birkaç arkadaş ve vapurdaki birkaç adam da eşlik edecekti. En azından bir yaprak kımıldamış olacaktı.
Ne o canın piknik yapmak istemiyor mu?” diye sordu Kadim Kaptan göz kırparak.
Hem de fena” diye cevapladım.
Telefonlarımızı aldık. Ayrıntıları Uğur ve Ali'nin de katılacağı birkaç akşam sonraya bıraktık. Kadim Kaptan iznini isteyip kalktı. Yağmurun durduğunu fark etmemiştim bile. Bir küçük bira daha içip yollandım. İçim kıpır kıpırdı. Anam belki çok üzülecekti. Ama her şeyi hesaplamıştım. Bankadaki birikmiş para ve emekli aylığı ona yetecekti. Keşke tek bedeli bu olsaydı. Üstelik o da gurur duyardı. Dışarısı sanki iki saat önce yağmurdan kıyamet kopmamış kadar sakindi. Rüzgâr da dinmiş, zamansız bir soğuk kalmıştı. Geri kalan pilav için durmadım. Arabayı eve doğru hiç olmadığı kadar hızlı sürdüm. Uğur'u aradım hemen.
Uğur her zamanki muzipliğiyle yanıtladı. “Oooo, Murat Bey... Hayırdır bu saatte aramazdınız. Neler yapıyorsunuz efendim?”
İyidir. Bana bak yarın buluşmamız lazım. Yeni bir plan var. Bak bu sefer çok farklı. Telefonda konuşamayız” diyerek ertesi gün için sözleştik.
Arabayı her zamanki gibi apartmanımızın önüne kilitledim. Ali'yi aradım cevap vermedi. Cevap vermediyse canı fena sıkkındı. Bu kesindi. Böyle zamanlarda onu nerede bulacağımı da biliyordum. Mahallemizin hemen yanında sokak lambalarının ışığıyla yetinen parka vardığımda salıncakta sallanan Ali'yi belli belirsiz seçebiliyordum. Ufak adımlarla yaklaştım. Salıncakların arkasından dolandım. Yanındakine oturdum. Başladım sallanmaya. Ali ha bire sayıklıyordu. “Bin beş yüz. Bin beş yüz.”
Hızına yetiştim. Beni fark etmedi bile. Ben de başladım sesli konuşmaya. “Vapur kaçıracağız. Vapur kaçıracağız. Piknik yapacağız. Piknik yapacağız...”
Ali'nin salıncağı yavaşladı ve yavaşladı ve durdu. Hızını alamayan benim salıncağın zincirini aniden tutup beni durdurmasıyla sarsıldım. Bir eliyle salıncağımın zincirinden, öbürüyle kolumdan tutup beni kendine çekti.

Sahi mi diyon lan? Bunu hiç konuşmamıştık.”
Kollarını silkeledim ve salıncaktan indim.
Ya Ali sen ne zaman adam olacaksın? Sahi, evet. Yeni bir şey. Sonra anlatacağım.”
Uğur'a haber verdin mi peki?”
Yarın buluşacağız.”
Sigaran var mı?”
Paketi uzattım. Bir tane de ben yaktım. “Bize gidelim” dedi. Yol boyunca hiç konuşmadık. Yağmurdan kalan su birikintilerine basa basa, yavaş adımlarla planın ayrıntılarını düşünerek, kendimizce evirip çevirerek yürüdük. Mahalleye vardığımızda, daha çok sıçana benzeyen siyah beyaz yavru bir kediyi de yanımıza aldık. Evde bir güzel kuruladık. Suyunu sütünü verdik. Ali elektrikli ısıtıcıyı “Sezonu açıyoruz. Sabah erken kalkacağım sen takıl” diyerek açtı.
Yorganın altına bıraktım kendimi. Sarı bira tadı ağzımda, ada vapurları gördüm rüyamda.


2 Haziran 2012 Cumartesi

ADA VAPURU





Sevdiğim kadınla, güneşin yüzünü göstermeye başladığı günlerin birinde, adaya gitmeye karar vermiştik. Başta hayaldi. Her yolculuk hayali gibi gidilecek yerde yapılacaklar, belki yanına alacağın birkaç parça bir şey, yiyecekler ve içecekler konuşuldu. Ben ve o. Mümkünse sessiz bir gemi yolculuğunun ardından, yeni yeni çiçeklenen ağaçların altında yürüyüp adanın sessiz bir köşesini bulup oturacaktık.

Ama ne yapsak olmuyordu. Baş başa kalmaktan mı sıkılıyorduk? Mutluluğu çoğaltmak mı istiyorduk? Fazla mutluluk acaba bizi rahatsız eder diye mi düşünüyorduk? Sorular birbirini izliyordu. Yüz yüze ya da telefon görüşmelerimizde, adaya tek başımıza kaçamayacağımızı, daha doğrusu tek başımıza onlarsız gidemeyeceğimizi anladık.


Önce bir kaçını çağırdık. Sonra birbirimizden bağımsız en uygunlarına haber verdik. Onun ve benim uygun bulduğumuz misafirler, ikimiz için de toplamda uygun hale gelmeye başlıyordu. Fazlası yoktu. Hatta hep bir tarafı kalmış konuk listesiydi.

Zaten hepsi hayatlarımızın belli zamanlarında konuğumuz olabilecek tiplerdi. Her anımıza eşlik edemezler, her anıda da yer alamazlardı. Ama adaya onlarsız gidilmezdi.

Listeyi tamamladık. Ya da liste kendi doygunluğuna ulaşıp bize bağırdı: "Vakit tamam. Hadi gidiyoruz."
Son kez eksik gedik, çağrılmayan var mı diye baktık. Vapurda ve adada yerleri bile hazırdı. Yolcu listesini son kez kontrol ettik;
o, ben, deniz, sevgi, tutku, buse, okşan, güneş, bahar, duygu, neşe, gülümser, umut, kadim, arzu, gönül, bilge, şirin, mert, meltem, emel, yağmur, yıldız, çetin, arif, hilal, yavuz, ruhsar, mehtap, fulya, gül, yaprak, gizem, onur, saadet, çiçek, derin, sevda, öykü, sevinç, gözde, hazal, mesut, ufuk, latife, hayal, anıl, rüya, armağan, refik, cemre, beste, canan, barış, yüksel, ömür, döndü, müjgan, yaşar, kaya, sefa, yosun, bulut, ümit, adalet, erdem, bayram, sümbül, şirin, afet, poyraz, menekşe, gani, yiğit, ilhami, tan, nazlı, can, mutlu...

Karşılıklı oturuyorduk. O, armağanla gizemin, bense rüyayla öykünün arasında, yerlerimizi çoktan almıştık. Vapurumuz iskele aldı. Ada yönünde tam yol ilerlemeye başladık.

Ne yapıp edip vapura sokmadığımız üç kişi, kıyıdan denize doğru, öfkeden kudurmuş bir şekilde bağırıyordu; emir, zafer ve galip... 

1 Nisan 2012 Pazar

çekyat günlüğü


Bir aya yakındır evsizim. Bodrum katındaki dairemi tuhaf bir hüzünle boşalttım. Sevgileriyle ve yine sevgileri kaynaklık tır tırlarıyla beni öldürdükleri annemlere gittiğim birkaç günü saymazsam, her akşam bir tandığın evinde kalıyorum. Sırtımda çantam, gerekli malzemelerle dolanıyorum. Başlarda zevkli bile sayılabilirdi. “Bu akşam Beylerbeyi'nde mi kalsam, yoksa Bahariye'de mi??” gibi bol seçeneğin arasından gidecek bir yer seçmeyle, çingene ruhumu gıdıklayan bir şeylerle avunuyordum. İlk dokuz gün dokuz ayrı evde kalmayı da başardım.Aferim bana. Sonra çevrim başladı.
Evli, evli ve çocuklu, öğrenci, bekar, işsiz, çalışan, eve iş getiren, türlü kadınlar ve erkeklerin havasını soluyup kokusunu ve rengini verdiği, en hijyeniğinden, en kirlisine, komibilisnden sobalısına, bol yemeklisinden, en susuzuna kadar farklı evler... İkiz yataklar, koltuklar, yer yatakları, tekli ya da 0.75 insanın sığabileceği, uzun süredir kullanılmadığıyla tozlu ve soğuk misafir odası denen garip odalardaki yataklarda uyudum. Bir takım kanepelerde ve yataklarda birileri, kafamın altına bir yastık üstüme yine türlü türlü battaniyeler ve yorganlar örttüler. (hepsime minnettarım)
Banyolarında duşlar aldım. DİA marka boxer'larımı (ucuz ve kullanışlı. Ancak önündeki DİA yazısını her gördüğümde, içindekinin bir konserve ya da süt olmadığını, Althusser'ci deyimle DİA'nın Devletin İdeolojik Aygıtları kavramını, ve içindekini düşününce, devletin bir tür erkek aygıtı kafasını düşünmekten, hatırlamaktan kendimi alamıyorum o ayrı) kirli çoraplarımı ve t-shirt'lerimi yıkadım...
Ama en çok çekyatlar eşlik etti. Adı kadar güzeldir. Hani karşı cinsten biriyle uyusanız, dar alanda kısa paslaşma tadında daha da güzel bir hale gelebilir. Hele bir de gittiğiniz evde o an kalabalık bir güruh varsa, üzerinde o an birileri bile otursa artık ilk işim bir çekyata göz koymak ve ilk fırsatta üzeri boşaldığında oraya kıvrılmak. Zor açılanlar, ortası sırtınıza batanlar, herhangi bir yataktan yüz kat daha rahat olanlar.... Çekyat candır...
Ama son bir haftadır yorulmaya başladım. Hastalandım... Bir ayda üç kilo verdim. Artık yoruldum başkalarının sabahlarına uyanmaktan. Çekyatlarda gördüğüm rüyalarım keşke gerçek olsa demeye başladım... Sonunda bir ev buldum.
10 gün sonra taşınacağım. Çekyatım da olacak. Gelen misafirlerle paylaşmaya kıskanacağım, günlüklerime devam edeceğim bir çekyat...
Yer yatağı mı? O başka bir yazının konusu olsun... Şimdi rehberden bu gece kafamı koyabileceğim çekyatlı evi olan birisini bulmak için çalışmaya başlamalıyım... 

31 Ocak 2012 Salı

OKUMASAYDIK ÇILDIRIRDIK...



2011 listeleri havada uçuşurken kendi kendime, “benim neyim eksik” dedim. Üstelik bu türden bir liste, ille de 2011'de çıkmış kitaplar ya da müziklerden oluşmak zorunda değil diye düşündüm. Listenin kendisi benim 2011'imden oluşabilir. Ve bu herkes için geçerli olabilir. Kendimce 2011'de okuyup en çok sevdiğim ilk 10 kitap listesi yapmaya karar verdim. İlk ikide soluğum kesildi. Aklıma önce Walter Benjamin'in Son Bakışta Aşk'ta, kitaplarla fahişeler arasında kurduğu bağlantılardan oluşan listeyi, sonra da 2011'de okuyup beğendiğim bazı satırları paylaşmak geldi. Altta önce Benjamin ve geçen yüzyılın başında yayımlanmış ama benim geçen yıl okuduğum kitaplardan ufak alıntılar var...


I. kitaplarla ve fahişelerle yatılabilir..
II. kitaplar ve fahişeler zamanı dokur.. geceye gündüz, gündüz de geceymişçesine hükmederler..
III. ne kitaplar ne de fahişeler dakikaların onlar için değerli olduğunu belli ederler.. ama biraz daha yakından tanındıklarında, ne kadar büyük bir telaş içinde oldukları görülebilir.. biz kendimizi kaptırdığımızda onlar dakikaları saymaktadır..
IV. kitaplar ve fahişeler öteden beri mutsuz bir aşkla birbirlerini severler..
V. kitaplar ve fahişeler – her ikisinin de onlardan geçinen ve onlara kötü davranan bir erkeği vardır.. kitaplarınki, eleştirmenler..
VI. kitaplar ve fahişeler umuma açık yerlerde hizmet verirler – öğrenciler için..
VII. kitaplar ve fahişeler – onlara sahip olanlar nadiren sonlarına tanık olurlar.. göçmeden gözden yitmenin bir yolunu bulurlar..
VIII. kitaplar da fahişeler de nasıl bu yola düştüklerini anlatan hikayeler uydurmaya bayılırlar.. oysa çoğunlukla ne olduğunu kendileri bile fark etmemişlerdir.. yıllar boyunca ‘kalbin’ sesine kulak verilir; günün birinde sırf ‘hayatı gözden geçirmek’ için durulan bir köşe başında kellifelli bir gövde pazarlığa başlar..
IX. kitaplar ve fahişeler kendilerini sergilerken sırtlarını dönmeyi severler..
X. kitaplar ve fahişeler doğurgan olur..
XI. kitaplar ve fahişeler – ‘dar kafalı yaşlılar, genç orospular..’ bir zamanların kötü şöhretli kitaplarından ne kadar çoğu bugün gençleri eğitmekte kullanılıyor..
XII. kitaplar ve fahişeler kavgalarını herkesin gözü önünde ederler..
XIII. kitaplar ve fahişeler – birinin sayfalarındaki dipnotlar neyse, ötekinin çoraplarındaki banknotlar da odur..


Kıskançlık, onu çeken kişi tarafından istediği kadar ustalıkla gizlensin, çektiren onu çabucak keşfeder ve bu sefer o gösterir ustalığını. Bizi bedbaht edebilecek konularda kandırmaya çalışır ve bunu başarır da, çünkü sıradan bir cümle, hiçbir şeyden haberdar olmayan birine, gizlediği yalanları ifşa etmez; onu diğer cümlelerden ayırmayız; korka korka söylenir, dikkatsizce söylenir. Daha sonra tek başımıza kaldığımızda, o cümleye geri döneriz; gerçeğe tamı tamına uygun değilmiş gibi gelir bize. Peki ama, cümleyi doğru hatırladığımızdan emin olabilir miyiz? Cümleye ve hatıramızın doğruluğuna ilişkin, içimizde kendiliğinden doğan şüphe, kimi sinirsel bozukluk hallerinde, sürgüyü çekip çekmediğimizi, elli kere baksak da hatırlayamadığımız zaman yaşadığımız şüpheye benzer; sanki hareketi binlerce kere baştan alsak da hiçbirinde kesin ve kurtarıcı bir anı harekete eşlik etmez. Hiç değilse kapıyı elli birinci kez kapatabiliriz. Oysa kaygılandırıcı cümle, geçmişte, tekrarlanması bizim elimizde olmayan, belirsiz bir işitme sürecinin içindedir. Bu durumda, dikkatimizi, hiçbir şey gizlemeyen, başka cümlelere yöneltiriz; tek şey, daha fazla şey öğrenme arzusu duymamak için, her şeyden habersiz olmaktır ama onu da istemeyiz. Kıskançlık ortaya çıktığı anda, hedef aldığı kişi tarafından, aldatma hakkı doğuran bir güvensizlik olarak görülür. Zaten bir şeyler öğrenebilmek amacıyla, yalan söylemeye ve aldatmaya başlayan da ilk bizizdir.”
Mahpus – Marcel Proust

not: 7 ciltlik bir romanın bir yerinden alıntı yapmak, hele bir de bunu Proust Abi'den yapmak çok zor bir şey. Neyse ki ciltleri bitirmenin rahatlığıyla alıntıladım...


Devlet denilen, sonunda düğmelerde ve başkaca madeni parçalarda son bulan o demir kollu mekanizmanın öne çıkmış bir ucu olarak tanıklık etmişti. Gelgelelim düzeni iyi işleyen bir devlette sürekli yaşamanın hayaleti andıran bir yanı da vardır; insan yasalardan ve ilişkilerden oluşma dev bir aygıtın denge içerisindeki kollarına değmeden, onları harekete geçirmeden ya da varoluşunun dinginliği içerisinde onlar tarafından ayakta tutulmaksızın ne sokağa çıkabilir, ne bir bardak su içebilir, ne de tramvaya binebilir; insan, içinin ta derinliklerine kadar uzanan bu kolların ancak pek azını tanır; öte yandan ise bu kollar, bileşiminin bütününü bugüne kadar kimsenin çözemediği bir örgü içerisinde yitip gider; bu kollar devlet vatandaşının havayı yadsıması ve onun boşluk olduğunu iddia etmesi gibi yadsınır, ama görünüşe bakılırsa bütün yadsınanların, su hava, uzam, para ve zamanın geçip gitmesi gibi, renksiz, kokusuz, tatsı , ağırlıksız ve ahlaksız olanların gerçekte en önemli şeyler niteliği taşımasının,yaşamın bir tür hayalet yanının simgelemesinin özü de budur; kimi zaman insanın, tıpkı iradesinin dışında sürüklendiği düşteymişcesine, bir ağın anlaşılmaz mekanizmasına yakalanmış bir hayvanın delice tepinmesinin kopardığı hareket fırtınası içerisinde paniğe kapıldığı olur. Polisin düğmeleri de işçi üzerinde böyle bir etki yaratmıştı, ve o anda kendisine gereken saygının gösterilmediğini hisseden devlet organı tutuklamaya başladı.”
Niteliksiz Adam – Robert Musil