26 Ekim 2012 Cuma

SARI BİRA

daha önce burada yayınlanmış uyduruk bir metnin yeniden yazılmaya çalışılmış ve kısaltılmış hali. oldu oldu, olmadı çay demleriz... :)


SARI BİRA

"Muraaatttt....”
Günlerdir nemli yastığa eşlik eden uyandırma sesi buydu işte. Sokakta yine adaşım veleti seviyorlardı. Bodrum katındaki evimizde, yerin altında yaşayan tuhaf bir yaratık gibi hissediyordum. “Nemli yastık, düdüklünün tıslaması, nohutun kokusu.” Şeyleri adlarıyla çağırdım.
Muraaattt...” sesiyle yeniden irkildim. Anam da gözünde giderek şeyleştiğimi ispatlar bir tonda sesleniyordu artık. Çok önceleri bu saatte uyanmak için nelerimi vermezdim. Terse işleyen günün saatleriyle nemli ev bir olup, oramı buramı sızlatıyordu. Anam da benim ritmime ayak uydurmuş, hatta her daim ayakta gibiydi. Bu kadın ne zaman uyuyordu? Yüzünde, anneannesinden miras erken kırışıklıklarıyla, ev içinde atom karınca telaşıyla, bazen ayarını kaçırdığı şefkatiyle bir insan makina haline dönüşüyordu. Yalanı saniyesinde anlayan, niyeti gören, ama her daim yeni görevler edinmeye meyilli bir makina. Anlamaya çabalamak nafileydi. Beraberindeyse tuhaf bir suçluluk duygusu. Söz konusu olan çocuklarıysa, annelerin ve babaların, vücutlarının bir yerlerinde amaca yönelik birer çip taşıdıklarından emindim. Dört yıl önce ölen babamın özlemi bile enerjisini çalamamıştı. Uyanır uyanmaz tellendirdiğim her sigaraysa benimkinden alıyordu.
Murat oğlum, aç karnına içme şu zıkkımı. Gel bir şeyler ye.”
Öğlenleri gün içinde birkaç saat güneş alan küçük salonumuzda, ekrana giren ışıkla yarı görünmez hale gelen, ama evde sesi her daim yankılanan televizyonun gürültüsü eşliğinde yapılan geç kahvaltı saatleriydi. Sese kayıtsız kalamıyordum. Kanalı değiştirdim. Çoğu önemsiz son dakika uyarılı havadisler havada uçuşuyordu. Bir kısmı da 10 yıl önce olsa, binlerce genci sokağa dökecek türdendi.Yağmurda güzel oluyordu ama.
Üniversitede okurken birkaç uyuz iş ve sekiz ay cezaevinden sonra, üçteker bir arabayı nohut, pilav ve didilmiş tavuklarla doldurmak, zevkli gelmeye başlamıştı. Anam bile bu işe başladıktan birkaç hafta geçmeden, “Oğlum boşuna mı okudun?” lafını sayıklamayı bırakmıştı. Ne evdeki kitaplar, ne de arada içkiyi ve sigarayı abartışım ona fazlalık geliyordu artık. Ya da ben öyle sanıyordum. Kahvaltı masasındaki üç çeşit reçel, iki çeşit zeytin ve anamın doğaçlamaları, neredeyse evin en renkli halleriydi.
Televizyona eşlik eden kafa sesimi susturup hazırlanmaya başladım. Anam günlük alışveriş listesini her zamanki gibi elime tutuşturdu ve balık hafızama güvenmeyip sesli tekrar etti. Pilavı, nohudu ve didilmiş tavukları üçtekere özenle yerleştirdim. Yol aldıkça mazgallardan gelen koku, yağmurun habercisiydi. Otobüs kapılarından sarkan bacakların, kıçların, trafikte sıkışmış arabaların içindekilerin, işten eve yayan dönen hızlı adımlıların, bir takım ofislerde belki de bütün gün bağdaş kurmak isteyip de o şekli bir an önce almak için sabırsızlanan güzel bacakların, bir de kedilerin çarşı kuytularından yavaşça kafalarını uzatmalarının şaşmaz vaktiydi. Üçtekeri sabitlediğim yer ise cehennemdi. Artık saate bile bakmıyordum. Hemen arkamda, kaldırımın köşesindeki büfede asılı dönerin kalan miktarı, satış zamanıma az kaldığının kanıtıydı. Rıhtımla evlerin başladığı yer arasında, eve geri dönüş yolunun kusturacak kadar yoğun yaşandığı o iğrenç kaldırımda yer tutmak için az cebelleşmemiştim.. Hırlısı hırsızı, haraççısı... İkna kabiliyetim devreye girmişti galiba. Zaten kendimi yanlış insanlara sevdirme konusunda şampiyondum.
Müşterilerimin çeşitliliğiyse artık şaşırtmaz olmuştu. Avını yerken korunaklı bir yer arayan, belgesellerdeki vahşi hayvanlar gibi davranan göbekli amcalardan, bir eliyle plastik tabaktan tıkınıp, öbürünün hızı yüzünden görülmez hale gelen başparmağıyla mesaj atabilen genç kadınlara kadar değişen bir çeşitlilikti bu. Aaa, evet. Evrimin ispatı baş parmaklardı onlar. Eski bir filmde gördüğüm, otostop çektikçe uzayan başparmaklar gibiydiler. Dolmaya çalışan dolmuş, ayyaş ayakçı, bazıları bizim mahallede de gördüğüm karabaş ve insanların sokağa attığı hayret verecek kadar çok sayıda cins köpek ve ortalarında gömleğinin eprimiş kollarını bir türlü kıvırmayı beceremeyen ben. Yok abartmayalım. Sol taraflarında ben, sağda köpek...
Neydi, neydi, neydi?...”
Bazen yönümü en iyi arkadaşlarım Uğur ve Ali uğradıklarında hatırlatıyor, “Solda olan sensin lan” diye dalga geçiyorlardı.
Birkaç saat içinde çoğu gece olduğu gibi müşteri yoğunluğu kıvamını bulmuştu.
Kıyafetlerin, kitapların, ev eşyalarının, cep telefonlarının, arabaların, çorbaların ve tatlıların en çakmalarının cennetinde, insanların tavuk, pilav, nohut ve turşu karşısında eşitlenmesi hiç de kötü gelmiyordu. Arka sokaktaki bilmem kaçıncı sınıf müzikholden gelen müziğin eşliği de manzarayı başka bir hale sokuyordu.

Yağmurun geleceği belliydi. Üçtekerin lüks lambasının vurduğu arabanın buğulu camına çiseler doluştu. Birden bastırdı. Köpekler, yolcular ve tezgahlar kaçıştı. Su göllerinden bata çıka ben de. Ayağımın iyiden iyiye alıştığı o kötü kokulu birahaneye kendimi zor attım. Üçtekeri dükkanının önüne kilitledim. İçerisi benim gibi ıslak saçlarıyla yeni gelenler ve bağıra çağıra konuşan yükünü almış adamlarla doluydu. Saçımdan damlayan yağmur sularıyla bir masaya oturdum. Garson abinin gürültünün içinde eliyle yaptığı arjantin işaretini göz kırparak onayladım. İçerideki uğultuyu bastıran yağmur sesi, bağırışlara ve mutfaktan gelen kızartma cızırtısına karışıyordu. Birası bir başkaydı. Yani benim için öyleydi. Altın sarısı değil, bildiğin sarıydı. Hafif sulu ve ucuz. Ama sanki kafası başkaydı. Sigara dumanı bulutunun altında bir takım adamlar, sarı biraların eşliğinde hızla kelle oluyordu. Yan masada 40'larını süren gruptaki adamlardan biri, hegemonyasını çoktan ilan etmişti. Büyük el kol hareketleriyle ve müthiş bir heyecanla anlatıyordu.
Olay yerine gittiğimizde adamın beyninin parçalarını topladık. Sonra tabi kim bilir hastanede kaç parçaya ayrıldı. Neyse velhasıl kelam iş bitti. Çıkışta ne yaptık dersiniz? Gittik kelle paça içtik.”
Deli gibi gülüştüler.
Hem de sarmısaklı.”
Asker olma ihtimalleri yüksekti. Gürültünün içinden bazılarını seçebiliyordum. Bir başka masada üç genç, abi diye seslendikleri bir adamla oturuyorlardı.
Abi benim bi fotoğraf var, sana zahmet onu bir güzel fotoşoplasana?”
Niye?”
Lazım abi, sakalsız istiyorlar.”
Sakalları niye kesmiyorsun lan?”
Ya usta, sakalları kesince fena şekilde anneme benziyorum.” 
Öbür masadaki muhabbet daha mı iyi diye kulak verdim. Maaşallah, insan isteyince kurt adam olabiliyordu.
Muammer Abi, senin göbek biraz inmiş mi ne?”
Nerdeee?”
Ya boş versene abi dert etme. Ben sana bir şey söyleyeyim mi?”
Hah, birisi cümleye böyle başlamayadursun, en mal laflardan laf beğen. Eeee...
Abi şimdi bak, salatalık var ya, ne sever biliyor musun? Gölge. Gölgede büyür.”
Ulan sen var ya.”
Tuvalete gitmek için kalktığımda arka masaların birinde yine o abi oturuyordu. Hep aynı yerde konuşlanıp birasına ve kitabına gömülüyordu. Ön tarafları dökülmüş ak saçlarının özenle taranmış hali, yakası tüylü kot montu ve yaşına göre atletik haliyle diğerlerinden kolayca ayrılıyordu. Yine kitap okuyordu. Yine onun yaşlarındaki sevdiğim öykücünün kitabını okuyordu.
Masama döndüğümde geviş getiren gürültü devam ediyordu. Yağmur hızını kesmemişti. Kalk git abinin yanına otur diye geçirdim içimden.
Kadın olsan yapardın ama. Yok lan onu da yapamazdım.”
Birden elektrikler gitti. Birahanede ufak bir uğultu koptu. Enerjilerini de ışıktan alırlarmış gibi sesleri azaldı. Işıklar gittiğinde hissettiğimiz o birkaç saniyelik sessizlik, böyle de bir hayat var dedirten gerçeklik... Bir an için yaşanan o küçük aydınlanma haliyle mekândaki bütün adamların kafalarının üzerinde minik ampuller yanmıştı. Bazıları çocuklarını ve karılarını düşündü. Kimileri kötü davrandığı kız arkadaşını, kredi kartı borcunu, çocukluğunu geçirdiği köyünü ya da karanlık bir sahilde yıldızlı geceleri. Ben de Uğur'la bütün Kadıköy'ü tavaf ettiğimiz o geceyi. Bir kadın olarak adını sevmiyordu. Ama adı gibi geliyordu hep bana. Gözlerimi ovuşturdum geçti.
Garson masalara küçük mumlar bırakmıştı. Işığın ve muhabbetin kesintiye uğrattığı sarı bira tüketimi karanlıkla arttı. Üçüncüyü devirmek üzereydim. Sonunda cesaretimi toplayıp kitap okuyan abinin yanına yanaştım.
Abi merhaba oturabilir miyim?”
Tabi buyur.”
Bu arada ben Murat.”
Memnun oldum Kadim ben de.”
Adının bilgeliği üzerinde, gereksiz tek bir kelime bile sarf etmiyordu. Lafı ister istemez kitaba ve yazarına getirdim.
Bu adamı çok seviyorum.”
Ben de. Ama bu son kitabını o kadar tutmadım. Biraz başkalarına özenmiş. Hani şu psişik kusmuklarla dolu olanlara. Halbuki yalın haliyle seviyordum onu.”
Bunu daha alamadım. Doğrudur.”
Yağmur durmuyordu. Dursa da kalkacak gibi değildim. Sarı bira iyi gelmişti. Kadim Abi'yle sohbeti koyulaştırdık. Pilavcılık yaptığımı biliyordu. Hatta birkaç kere yediğini söylediğinde onu hatırlamayınca, hafiften mahcup da olmuştum. Kadim Abi şehir hatlarında kaptandı. Kadim Kaptan. Şekilci değildim ama bu harika bir isimdi. Okumaya düşkündü. Siyaset konuşmaya başladığında şimdilerde unutulmuş amentüleri sıradan ve gündeme dair örneklerle harika bir biçimde sıralıyordu. Benimle aynı kafadan olduğunu anladıkça da açılıyordu. Cezaevi günlerini, nasıl kaptan olduğunu, neden hiç evlenmediğini, çiçeklerle ilişkisini, adını ilk defa duyduğum balıklardan bahsetti. Koca bir Türkiye ve dünya turu attırdıktan sonra ağzından çıkan kelimelerle donakaldım.
Genç, vapuru kaçırmaya ne dersin?”
Soru karşısında duyduğum şaşkınlık, öykü okuyan o sessiz adamdan beklenmedik o çıkış, kurduğu cümleler sonrasındaki afallamam fark edilmeyecek gibi değildi. Konuşsam vereceğim her cevap, o güzel soruyu mahveder diye korkuyordum. Fazla düşünmedim. Seçilmiş kişi belli ki tam da o an bendim. Doğru soru da buydu. Sadece doğru yerdeydik. Evet derim abi” diye bir şeyler mırıldanabildim. Kadim Abi kaçtır en iyi dostlarım Ali ve Uğur'la aklımıza gelen türlü türlü planlardan daha anlamlısını önermişti. Bir örgüt müydük? Hayır. Siyasi ve toplumsal mesajlarımız olacak mıydı? Evet. Değişik bir şey mi deneyecektik? Az denenmiş.
Silahları Kadim Kaptan ayarlayacaktı. Üstelik kaçırdığımız vapurun yolcularıyla adada piknik bile yapacaktık. Köfteler, rakılar, voleybol filesi, toplar ve tavlalar da silahların yanında olacaktı. Güvenlik güçlerini tam da öyle bekleyecektik. Üstelik bize adadaki birkaç arkadaş ve vapurdaki birkaç adam da eşlik edecekti. En azından bir yaprak kımıldamış olacaktı.
Ne o canın piknik yapmak istemiyor mu?” diye sordu Kadim Kaptan göz kırparak.
Hem de fena” diye cevapladım.
Telefonlarımızı aldık. Ayrıntıları Uğur ve Ali'nin de katılacağı birkaç akşam sonraya bıraktık. Kadim Kaptan iznini isteyip kalktı. Yağmurun durduğunu fark etmemiştim bile. Bir küçük bira daha içip yollandım. İçim kıpır kıpırdı. Anam belki çok üzülecekti. Ama her şeyi hesaplamıştım. Bankadaki birikmiş para ve emekli aylığı ona yetecekti. Keşke tek bedeli bu olsaydı. Üstelik o da gurur duyardı. Dışarısı sanki iki saat önce yağmurdan kıyamet kopmamış kadar sakindi. Rüzgâr da dinmiş, zamansız bir soğuk kalmıştı. Geri kalan pilav için durmadım. Arabayı eve doğru hiç olmadığı kadar hızlı sürdüm. Uğur'u aradım hemen.
Uğur her zamanki muzipliğiyle yanıtladı. “Oooo, Murat Bey... Hayırdır bu saatte aramazdınız. Neler yapıyorsunuz efendim?”
İyidir. Bana bak yarın buluşmamız lazım. Yeni bir plan var. Bak bu sefer çok farklı. Telefonda konuşamayız” diyerek ertesi gün için sözleştik.
Arabayı her zamanki gibi apartmanımızın önüne kilitledim. Ali'yi aradım cevap vermedi. Cevap vermediyse canı fena sıkkındı. Bu kesindi. Böyle zamanlarda onu nerede bulacağımı da biliyordum. Mahallemizin hemen yanında sokak lambalarının ışığıyla yetinen parka vardığımda salıncakta sallanan Ali'yi belli belirsiz seçebiliyordum. Ufak adımlarla yaklaştım. Salıncakların arkasından dolandım. Yanındakine oturdum. Başladım sallanmaya. Ali ha bire sayıklıyordu. “Bin beş yüz. Bin beş yüz.”
Hızına yetiştim. Beni fark etmedi bile. Ben de başladım sesli konuşmaya. “Vapur kaçıracağız. Vapur kaçıracağız. Piknik yapacağız. Piknik yapacağız...”
Ali'nin salıncağı yavaşladı ve yavaşladı ve durdu. Hızını alamayan benim salıncağın zincirini aniden tutup beni durdurmasıyla sarsıldım. Bir eliyle salıncağımın zincirinden, öbürüyle kolumdan tutup beni kendine çekti.

Sahi mi diyon lan? Bunu hiç konuşmamıştık.”
Kollarını silkeledim ve salıncaktan indim.
Ya Ali sen ne zaman adam olacaksın? Sahi, evet. Yeni bir şey. Sonra anlatacağım.”
Uğur'a haber verdin mi peki?”
Yarın buluşacağız.”
Sigaran var mı?”
Paketi uzattım. Bir tane de ben yaktım. “Bize gidelim” dedi. Yol boyunca hiç konuşmadık. Yağmurdan kalan su birikintilerine basa basa, yavaş adımlarla planın ayrıntılarını düşünerek, kendimizce evirip çevirerek yürüdük. Mahalleye vardığımızda, daha çok sıçana benzeyen siyah beyaz yavru bir kediyi de yanımıza aldık. Evde bir güzel kuruladık. Suyunu sütünü verdik. Ali elektrikli ısıtıcıyı “Sezonu açıyoruz. Sabah erken kalkacağım sen takıl” diyerek açtı.
Yorganın altına bıraktım kendimi. Sarı bira tadı ağzımda, ada vapurları gördüm rüyamda.