14 Ekim 2011 Cuma

Lüfer bayramınız kutlu olsun





Tadını, şeklini ve huyunu sevdiğimin lüferi. Bundan sonra ekim ayının üçüncü haftası lüfer bayramı olarak kutlancakmış. Yemeyeli 2 yıla yaklaşıyor. (geçe sezon dayanamayıp biraz da suçluluk duygusuyla 2 kez çinekop alıp yediğimi itiraf etmeliyim) Küçüklerini yani sarkanatı lüfer, çinekopu da sarıkanat diye satmaları da cabası. O güzelim balığın bitiyor olmasını bilmek ve bunu elbirliğiyle başarmaksa sinir bozucu. Bütün bunlar dikkat çeken bu lüfer bayramı haftası önemli bence. Slow Food, Fikir Sahibi Damaklar Konvinviyumu, İstanbul Lüfer'e Hasret Kalmasın ile birlikte yürütülen lüfer kampanyasının bir ileri adımı bu bayram. Boğaz'ın sultanının yakında sadece ruhunu çağıracağız yoksa.

Hikâyecilerimizin balıkla kurduğu ilişkiler, içinden balık geçen hikayeler balık kadar boldu eskiden. Okuduklarım arasında hem dili, hem de denizle ve balıkla kurduğu samimi ilişki açısından da önemli hikayelerden birini; Vecdi Çıracıoğlu'nun Oltacı Miran ve Sarıkanat adlı hikâyesini, lüfer bayramı aracılığıyla paylaşmak istedim.

Hepinizin lüfer bayramı kutlu olsun.

Not: Bu uyuduruk blog'un arkaplanına kötü yerleştirilmiş balık da lüferin ta kendisidir.(küçük bir çocuğa kağıt kalem verip balık çizin deseniz ortaya çıkacak muhtemel şekillerin çoğu lüfere benzeyecektir. Balık gibi balıktır yani)
Lu(ci)fer dedğim de olur kendisine. Literatürdeki 'blue fish' adı da pek yakışır ona.




OLTACI MİRAN ve SARIKANAT


"Foça Belediyesi "Deniz Öyküleri"yarışmasında 1. lik ödülü..."




Gece aralıklarla yağan yağmur çiselemeye devam ederken, ufukta tan kızıllığını koruyor ve yaşlı Şehir üzerini yer yer saran karabulut kümeleriyle sarmaş dolaş ağlıyordu.
Oltacı Miran, günün erken saatinde mahmur gözlerini açtı. Yatağının hemen yanıbaşındaki pencerenin tüllerini aralayıp günlerce silinmemiş camdan dışarıya baktığında, tilki uykusunda sesini dinlediği, sabaha kadar yağan yağmurla tamamen kararan ahşap evleri, suratlarına kara tülbent geçirmiş kara çarşaflı yaşlı kadınlara benzetti.
Sokak lambaları ürkek ve lerzandı...
Bugünlerde sabahlar ona uzaktı. Tan ağarmadan bülbül şakımalarıyla uyanıyordu.
Akşamdan kalmaydı ve biraz olsun kendine geldi. Yatağında doğrularak kenarına oturdu. Yüzünü sıvazladıktan sonra tülünü iyice sıyırdı. Yukarı kaldırılarak açılan pencereyi, sıkılmış yatağından güçlükle kaldırarak tutbabafingosunu çerçevenin altına yerleştirerek pencereyi kendi haline bıraktı. Boğaz’ın deniz iyodu, hafif esen rüzgârla odasını şöylesine bir kolaçanladı.
Mayıs ayının olağan sabahlarından biri yaşanıyordu. Müezzin, sabâ makamında uzun okunan ezanı daha da uzatmıştı. Ortalık tatlı bir serinlik içinde mis gibi toprak kokuyordu. Telâşlı yağmur her ağacı, her otu tertemiz yapmış, günü pırıl pırıl yapacak güneşi bekliyordu. Çevrede, en fonetik alfabeli dilde bile, hangi harflerle anlatabileceğimizi kestiremiyeceğimiz bir ses vardı. Seste bir renk, bir garip yayılmacı uçuculuk vardı. Bu, sonu gelen ilkbaharın diliydi...
Yerinden kalktı. Takunyalarını ayağına geçirerek ahşap taban döşemelerini eze eze cemişin* yolunu tuttu. Yalnız yaşadığı evin suyu her zamanki gibi kesikti.
Kapısının kenarındaki pişmiştoprak ibriği alarak kenefe girdi. İşini gördü, yüzünü yıkadı, peşkire kurulandı ve dudukasının** yattığı odanın kapısını açarak içeri baktı. Uyuyordu. Bir süre seyretti. Dudukası, şeker hastalığına yakalandığından bu yana yataklarını ayırmıştı. Sessizce kapıyı kapatarak, yatak odasına döndü.
Giyindi. Yatak odasından sessizce çıktı. Az sonra, bölük pörçük aklına bir gelip bir gidenler, belleğinden sıyrılıp bir yerlere uçtu. Bir elinde iki boy bambu kamış olta takımı, diğer elinde dört körüklü bozuk fermuarlı, derisi eskimiş çantasıyla dudaklarının arasındaki,
“Şen mınank(Şen kalalım)
Bayzar mınank(Aydın kalalım)
Ağkatnen mi mornank,”(Fakirleri unutmayalım) dua mırıltılarıyla eşikten adımını atıp sokağın başına geldiğinde, kenarları yer yer paslanmış alınlığa baktı. ‘Havyarın bir şampanyası eksik!..’ diye, içinden geçirdi ve ıslak taşların üzerinde kaymamaya dikkat ederek, yokuştan ağır adımlarla inmeye başladı.
Hava aydı...
Uyanmış nazenin Şehir’i ikiye bölen Delisu Boğaz sessizdi.
Denizde ince kırışıklıklar... Biraz afilenen, biraz kesilen incecik bir yel, ta uzak gökte apak, öylece salınıp duran bir bulut...
Gecenin kıyıya vuran dalgaları, sabahtan kalma hırçınlıklarını, hareketli müziğin eşliğinde danseden rakkaseler gibi sürdürüyordu. Berrak temiz suyun içindeki kimliği belirsiz balık tohumları hayatta kalma çabasıyla, sürüler halinde zikzaklar çizerek büyüklerinden kaçarken, kayalara çıkmış çağanozlar da yol almaya çalışıyordu.
Rıhtımın duvarı, yeşil yosunların sakal ve midye ordusu tarafından işgale uğramış, aralarında yengeç ve karides tohumları kaynaşıyordu. Boy boy yengeç yampiri yürürken, donuk bakışlı mercimek tanesi gözlerini yuvalarından çıkarıp çıkarıp içeri alıyorlardı. Denizin görünen dip ve rıhtımın duvarında garip ve anlaşılmaz bir karmaşayla bilinmedik bir dünyanın bireylerinin toplu raksı vardı.
Az sonra, deniz insanlarının Mavi Abi’si terlemeye başlamış, üzerini sarmalayan sis, yorganını havaya kaldırmıştı! Oynaş içindeki küçük kıvrımlı deryakuzusu dalgalar, kış günü kartopu oynamak için sokağa çıkmış bir çocuğun burnundan çıkan masum buğular gibi ılık tüten saçakbulutlarıyla kırıla kırıla kıyıyı okşuyordu.
Kendini günün sahibi sanan Oltacı Miran, iskelebaşına geldiğinde, midye ayıklayan
iki köylüsüne selâm verdi, durdu ve elindekileri yere bırakmadan öylece iskeleye bakmaya başladı. Deniz, iskelenin, seri çakılmış kalın çam kütük kazıkları arasına hapsedilmiş bir tutsağı andırıyordu. Kıyıdaki akasya ağaclarından birine ters çevrilerek yaslandırılmış, yer yer boyalı, kalafatsız macunu yarım yamalak vurulmuş bir sandala doğru yürümeye başladığında, belki, bir çağanozun kayalar üzerindeki yürüyüşünden, belki de hafif esen yelle denizin kıyıya vurmasından çıkan sesten olacak, bir kelebek renkli kanatlarını açarak ürkekçe havalanıp uçtu ve küçük sandalın dayandığı akasya ağacının en kalın dalına kondu.
Sandalın yanına kadar geldi ve her günkü olağan işine başlarken ürkek kelebek konduğu yerden uçtu. Çantasını yere bıraktı, kamışları ağaca yasladı. Sandalın altına zulaladığı limon sandıklarından birini çıkartarak yan yana koydu. Çantasından bir gazete çıkararak üzerlerine yaydı. Soluklandı. Bir cigara yakıp, dumanı dalga dalga denizin buharlarını boğmak istercesine savurduğunda, eski İstanbul efendilerinin fes püsküllerini yakma edasındaydı.
Boy boy; lüfer, palamut ve torik zokalarıyla, çapari, kurşun, fırdöndü, misina ve kıstırma kutularını sandıklardan birinin üzerine dizdi. Akasya ağacına çakılı çivilerden birine çantasından çıkardığı, üzerinde ‘Oltacı Miran’ yazılı küçük alınlığı astı ve çantasını diğer sandığın üzerine koyarak, sabahçı kahvesinin yolunu tuttu.
Kapısının yanına dayalı değişik boylarda gagam, kaska ve algarnalarla sarmaşık ve asmanın arasından sarkan gelincik ve karides sepet, sepet livar, fanyalı, düz ağ, mayna taşları ve çeşitli boylardaki çavelelarla tarifsiz bir uyum içindeki camialtı balıkçı barınağı sabahçı kahvesi; sürekli işi olmayan günübirlik yaşayanlarla deniz insanlarının bir midye kabuğu misali koruyucusuydu.
İçilen çay ve kahvelerin de tadı bir hoştu. Balıkçıların gözleri yeni perdahlanmış zoka gibi gri, keskin, sivri ve pırıl pırıldı. Velhasıl, herkes yaşamından memnun ve keyifliydi. Dudak kenarında olsun da, nasıl olursa olsun, yarım cigaraların sararttığı bıyıklar arada bir seğiriyor, gece avının yüzlerine vurduğu yorgunluk ellere kadar uzanarak hareketlerini dinginleştiriyordu. Çoğunun bir bacağı kıçının altında, kalın mika ve kemik çerçeveli şişe dibi gözlükleri burunlarının üzerine düşük, sadece kendi ellerindeki kâğıtların ve taşların akibetiyle bir yerlere derinlere dalıp dalıp gidiyorlardı. Bu halleriyle her balıkçı tek başına bir tür balıktı!..
Kahvenin hemen önünden akan Delisu’nun ötegeçesindeki tepelerde erguvanlar açmış, dekoru yeşillikleri zoraki süslemişti.
Şimdi corum zamanıydı. Denizin bereketi balığın suyunda kabarma zamanıydı.
Şimdi anavaşya corumu zamanıydı... Mayıs ayıydı...
Mayıs ayı, birçok balığın Karadeniz’e göç ettiği aydı. Çaça, gümüş, aterina, çamuka, kefal, istavrit, kıraça, zargana sürülerinden önce bunların tohumları kıyıda zigzaglar yaparak hareketleniyor, Delisu’nun sert ve acımasız kanal ve kıyı akıntılarına karşı inanılmaz bir enerji harcayıp kıyıları yalarcasına yol aldıktan sonra, bunları; palamut, sarıkanat, çinekop, lüfer sürüleri takip ediyordu.
Herkes, oltasını fazla değil, hemen önüne bıraktığında, Delisu kanallarının sıcağında uyuşmuş kofanalar, akyalar, torik, sivri ve zindandelenler istavritleri kıyıya öyle bir sıkıştırıyordu ki, zoka ve sıyırtmalar kabaran corumdan denize, büyük balıklara zorla iniyordu. İşte o ânda, kıyıdan arabalarıyla geçen, otobüslerle işlerinden dönenler dünyanın bu en büyük akvaryumunu görme şansına sahiptiler.
Corumlar için Köy’deki hummalı çalışmalar bitmişti. Sahildeki akasya ağaçlarına gerilen misinalar bezle sıyrılarak gamları alınmış, küçük ilaç şişelerinde korunan cıvalarla sıyırtmalar parlatılmış, ardından köpek uyluk kemikleriyle perdahlanmıştı. Rüzgâr almayan köşelerde küçük ocakların üzerinde yerleştirilmiş alüminyum cezvelerde, pik ya da malta taşı zoka kalıpların içine dökülmek için kurşunlar eritilmişti. Boy boydu zokalar kalıpların içinde; sarımsaktan torike dek boy boy... Canavar, zokalı yemi kuyruğundan kapıp kaçmasın diye çelik tel bedenlerle hırsızlar hazırlanmış, kepçelerin torları merametlenmiş, balıklar tetanos olmasın diye kakıçların pası çoktan alınmıştı! Parası olanlar, Mahmutpaşa’dan alıp da ham ipekten yaptıkları rengârenk torik sıyırtmalarını, hasetlere caka yapmak için göstere göstere çoktan takımlamışlardı.
Beyaza boyanmış bidon kapakları ikişer metre aralıklarla birbirlerine bağlanarak denize indiriliyor, erkete çocuk, saatlerce beyazın üzerinden geçecek karartıyı.. balıkları gözlüyordu. Camialtı balıkçı kahvesinde herkes yanında takımlarını alesta tutarken, küçük balıklar beyazın üzerinden geçmeye başladığında, erkete ince sesiyle, “Corum var!.. Sürüyor!..” narasını patlatıyor, içilen çaylar, kahveler yarım bırakılıyor, oynadıkları oyunun kimde kalacağı umurunda olmayan oyunbazlar, ellerindeki kâğıt ve domino taşlarını masaların üzerine savurarak, içtimaya çıkan bir manga asker gibi takımlarını kapıp kahveyi boşaltıyorlardı. Rıhtımda bir omuzluk yer bulabilmek için itiş kakışlar çıksa da, herkes bir dirsek temaslık yer yine de bulabiliyordu. Misinaları mantarından çözülmüş zoka, sıyırtma ve kepçeler hazır balığın sürmesi bekleniyordu.
İşte, böylesine bir curcuna, böylesine bir karnaval yaşanırdı ve her gün öyle pek fazla değil, sadece on, bilinemedi on beş dakika kadar sürerdi bereketli anavaşya corumları...
Oltacı Miran, kıyı yollu yürüyüp, köşedeki caminin önüne geldiğinde, ötegecenin bir yerinde köpekler ardı ardına uludu. Caddeyi geçerek, kahvenin kapısına kadar geldi. Sahilde bulunduğu sürede caddeden ne bir araba geçmiş, ne de bir insan yürümüştü ama, bahçe doluydu. İçeriye baktı, kimse yoktu. Cam kenarındaki küçük bir masaya sandalye çekerek, tezgâhını görebildiği yere ilişti. Delisu’ya baktı. Gözleri dalgalara, dalgaların en uzağındakindeydi.
Deniz kenarında ne zaman yalnız kalsa en uzak dalgayı beklerdi. En uzaktaki yaklaşır, ardından bir diğeri onun yerine hemen peydahlanıp, peşi sıra kıyıya yaklaşırdı. Dalgalar ona, sesin sahibine dönen yankıyı hatırlatırdı. Bir ses duyardı ötegeçeden ve bir diğeri kulağına kadar geleni zoraki kesintiye uğratırdı. Bu, ritmik, disiplinli ve sonsuz bir mükemmellikti.
İçinden, bir Büyükadam’ın işi bu, mükemmel yaptığı resme bu yetiyi vermeyi unutmamış, diye geçirdi ve “Artık benim de dalga sayma zamanım geliyor...” diye, kendi kendine konuştu.
“Kendi kendine ne sayıklıyorsun apparik***?”
Kahveci, elindeki bir bardak çayı önüne bıraktığında irkildi. Bardağa baktı. Çay bardağı, taze palamut balığı gözleri gibi pırıl pırıldı. Çayı hızla karıştırdı. Cebinden çıkarttığı bir karanfili dudaklarının dibine sıkıştırdı. Bu, her ne içerse yaptığı mutlak bir hareketti. Çay, az da olsa kırmızı çarkıfelek tabağına döküldü. Tabağın içini yere dökerek dizinde kuruladı. Bir cigara yaktı, dumanı derin derin içine çekti, nasırlı elinin tersiyle nemli iri burnunu sildi.
Dudağının bir ucunda karanfil, diğer ucunda cigara, çevresi mor, deniz mavisi gözleriyle yine denizlere daldı. Ötegecenin tepelerini delercesine başını yukarıya kaldırıp, bir süre öylece kaldı. Yüzünü önündeki çay bardağına çevirerek dorusunda bakışlarını sabitlerken, pencerenin kenarından, denizde ince uzun bir tekne, kuğu gibi süzülüverdi
Beyazdı ve alçak kamarası kahverengi cilalı...
Bir kızılderili kanosu, durgun bir Kuzey Amerika gölünde arkasından ince uzun bir çizgi bırakarak kürek şıpırtılarıyla nasıl ilerliyorsa, o da, dalgalarla dalgasını geçerek ağır ağır akıntıda yol alıyordu.
Oltacı Miran, Amerikan bayrağı asılı bordosuna baktı. Kıçında ‘Naci’s Hiawata’**** yazıyordu. Kuğunun palamut kıçına oturmuş kravatlı kelli felli iki adam dünyayı kendileri yaratmışçasına umursamaz lakayt bir tavırla önlerindeki masadan kaldırdıkları içki dolu bardaklarını, sabahın o saatinde, tokuşturdular. Bu hareketleri inadına camialtı balıkçılarını selâmlar gibiydi.
Kuğu, Hoyratdeniz’e kıçında fokurdayan köpüklerle küçüldü, bir sürü yelkovan peşi sıra...
Zaman aktı!..
Akşam olup hava kararmaya başlamış, denizin rengi göğün rengiyle aynılaşmış, ötegece tepelerine çoktan sis perdesi çökmüştü.
Gün süpürücüsü güneş, o günde görevini tamamlamış, başka başka yerlere yeni bir günü haber vermek için Köy’ün arkasındaki tepelerin ardına çekilirken Ay, sırasını bekliyordu. Denizin üstü gökboşluğu kadar karanlıktı.
Oltacı Miran, zamanın nasıl geçtiğini anlayamadı. Bu işe şaştı!.. Geçen mavnaları, gemileri saymış mıydı? Yoksa bir sıra yelkovanın ardı sıra bakakalmakla mı, zamanın tesbih tanesi anlarını yitirmişti? Yoksa kahvenin iç ve dışındakileri seyretmekle mi?.. Bilemedi. Bir türlü geçmişti işte zaman...
İşte, kıyılarda böylesine corumlar bekleniren, Boğaz’ın başka bir yerinde, kanalın sıcak suyunda, sağır bir sessizlik hükmünü sürüyordu. Anavaşya sürüsü, Delisu’nun Şeytanakıntısı’nın en büyük ilişkeninin altına sığınarak mayışmıştı. O kadar çok ve sıkışıktılar ki, ailenin büyük fertlerinin sırtını, birbirlerine sürtünmekten, yosunlar bağlamıştı. Dünyanın kendini bildiğinden bu yana birlikteydiler. Birlikte doğmuş, doğanın çeşit çeşit badirelerini atlatarak birlikte büyümüş, birlikte denizlerde göçmüşlerdi.
Efendideniz Ege’den gelmişlerdi. Kıyı yollu Marmara’ya giren lüfer sürüsü sabır dolu, kırgın deniz suyunun az da olsa ısınmasını beklentisi içindeydi. Sular ısındıktan sonra kanaldan çıkacak ve yollarına devam edeceklerdi. Tek bir ortak yanları vardı: Göçü hedeflemek!..
Çakal Reis, bir Uzakdoğu ülkesinden yeni getirttiği ve diğer reislerde bulunmayan deniz dibini tarayan radarıyla, miktarına kadar tespit ettiği sürünün üzerine Zamkinos’u çekti. Hemen iki tane sac teknesini denize indirerek ilişkenin önüne yirmi ikilik lüfer gerdirme ağını serdiler. İş, yüz bin çift balığı büyük ve geniş ilişken kayanın altından çıkartmaktı.
Bu, çok basit bir işti. Şok yapacaklardı. Yalancı şok... Sac teknedekiler içlerine ampul soktukları ağızları balmumuyla kapatılmış kavanozları ilişkenin iki ucuna indirip, Çakal Reis’ten talimat beklediler.
Reis, talimatını havaya doğru sıktığı el yapısı tabancasıyla verdiğinde teknedekiler, bir ucu bağlı kablonun diğer ucunu da akümülatöre kısa devrelerle değdirmeye başladılar.
Uyuyan mayışmış sürü neye uğradığını şaşırmıştı. Ara ara çakan ışığı büyüklerinden, beş altı tane orkinosun suyun içinde manevra yapmasından kaynaklanan şok ışık sandılar.
Sürü, artış sürüsüydü ve beklemeden ani bir hareketle sığındıkları ilişkenin altından önlerindeki tuzağa, ağa doğru her biri, yaydan çıkan bir ok hızıyla fırladılar.
İşte ne olduysa o an oldu. Büyük bir dalga geldi, hiç hesapta olmayan. Belki büyük bir şilep geçmiş, belki de denizin bir cilvesi... İki sac teknedeki tayfalar dalganın büyüklüğünü hesaplayamamıştı. Dalga, iki tekneyi birbirine boyu kadar yakınlaştırmış ve ağın gerginliğini almıştı.
Sürünün önlerinde olan büyük bir bölüm tüm gücüyle ağa yaslandığında gerdirmeyi gerdiler ve arkalarından gelen küçük bir bölüme yol açarak onların altlarından soğuk sulara azat olmasını sağladılar.
Çakal Reis, olduğu yerde, “Yüz bin çifti kaçırdım da!..” deyip tepinerek, sağına soluna küfürler yağdırıp dururken, sac teknedekiler yiyecekleri dayağın hesabını yapıyorlardı.
Anavaşya sürüsünün yarıdan fazlası Zamkinosların ağlarında, kalanıysa, her ferdi kendi başına darmadağınıktı. Delisu’nun o günkü anavaşya bereketinin kapıları kıyıda corum bekleyenlere kapalıydı...
Oltacı Miran, oturduğu yerden kalktı. Tahta sandalyede otura otura uyuşan kıçını açmak için, sahilde kıyı yollu yürüyüşe çıktı. Tarihi yalılardan kalmış, bol yosunlu iri temel taşlarının oluşturduğu doğal havuz, denizin gelgitleriyle yeşilimsi mor rengini, yeni buyuran Ay’ın parlamakta olan huzmeleriyle laciverde çevirmişti. Yosunlar salım salım salınıyor, dalgalar, kıyıdaki tarihi temel taşlarına yalvarıyordu.
Denizi daha yakından görebilmek için kıyıya biraz daha yaklaştı. Yosunların üzerine çıkmış birkaç çağanoz varlığından korkarak geriye, çıktıkları yere, denize doğru dipleyerek gözden kayboldu.
Denizler dalga dalga geldi. Rıhtıma vuran dalgalara baktı. Hemen önüne, önce iri ve kızgın bir dalga vurdu. Dalga rıhtımın altındaki deniz oyuğunda yarı yarıya erirken, sözleşmişçesine onun üzerinden ikincisi milyonlarca yıllık görevinden birini yaparak karaya ulaştı. Ardından bir daha.. bir daha...
“Su kokar mı? Kokmaz. Ama deniz? Deniz kokar. Kokan su bir tek denizdir. Hem de ne koku? Yosun mu desem, balık mı desem, özgürlük mü desem, desem ki, daha neler neler desem. Hayat kokar deniz, hayat kokar be...“ diye, kendi kendine söylendi.
Bir süre sessizliğini korudu. Dudağının ucuna bir karanfil yerleştirdi. Diğer ucuna da bir cigara iliştirdi. Cigarayı yakmadı. Sonra, yine iskeleye gözleri takıldı. İçinden ‚bir gün gelecek, çeşitli iskele altı balıkları, yengeçler ve çağanozlar iskeleyi sırtlayarak havalandıracaklar ve deniz, özgürlüğüne kavuşacak. Belki bir ıstranguloz, belki de bir kasa camoka için, onlarla birlikte yakalanıp tekrar denize dökülen milyonlarca telef çaçalardan biri, belki de hüzünlü bir balakarya bu özgürlük ordusunun öncülüğünü yapacak, kimbilir?, diye geçirdi. Ötegecenin tepelerini delercesine bakarak, “İnsanlar bir tek denizin üzerinde eşittir,“ diye söylendi.
Şok katliamından kurtulan sürünün, birbirine benzeyen, çeşitli boydaki fertlerinden biriydi. Büyükten küçüğe kofana, lüfer, sarıkanat, çinekop ve defneyaprağı olarak adlandırılmışlardı.
Sarıkanat, sürüler halinde yaşardı ve sürüler birlikte kaçmaya alışıktı. Kaçma emri, yaşaması için, avlanan tehlikeli başkalarınca verilmişti. Sürü halinde kaçış, en yaygın deneyimlerinden biriydi ve doğasının da bir parçasıydı.
Şimdi tehlike geçmiş ya da geçmiş gibi görünüyordu. Sarıkanat, engin denizlerdeki yaşamın kaygusuz durumuna dönme ve türünün her bireyi gibi yine canının istediği gibi davranmaya başlamıştı.
Yalnızdı...Sarıkanattı...
Denizin en hırçın, en ele avuca gelmez, en itaatsiz ailesinin yüz binlercesinden biriydi. Yapısı itibariyle güçlü, sürekli yüzebilen, keskin dişlere ve kuvvetli çene yapısına sahipti.
Yaşadığı şoktan olacak, bir süre, hafif yan yatarak kulağına soğuk kaçmış kırgın balıklar gibi avare avare kıyıları dolaştı. Dayanağı sürü yoktu. Nereye, nasıl ve ne hızla yüzeceğini bilememenin şaşkınlığı, korkusu içindeydi.
İnce tiz bir ses, sarhoş gecenin habercisi olarak duyulduğunda ötegecenin sokak lambaları ölgün ve lerzan yandı. Az sonra kararan karşıkara, yavaş yavaş siyah bir balinaya dönüştü. Ötegece Boğaz yalılarının tek tük yanmaya başlayan lambaları, gökyüzünde ilk peydahlanan yıldızlar gibi göz kırpmaya başlayıp çoğaldılar.
Sarıkanat, bir süre kararan denizin engin derinliklerinde dolaştı durdu. Derinlerde su soğuktu. Kıyıların daha sıcak olacağını yanal çizgileriyle duyumsadı. Bir süre başıboş, sığınacak bir ilişken aradı ama nesline göre kısa olan yaşamında ilk kez gördüğü ışık çakan canavar aklına geldi. Öylesine hareketsiz yakalanmak istemiyordu. Yüzerken yakalanmama şansı daha fazlaydı. Kuvvetli dip, kanal akıntılarıyla, içgüdüsü yardımıyla göçünün yolunda Hoyratdeniz’e doğru yüzmeye başladı. Kâh ilerliyor, kâh kesişen akıntılara girerek yerinde sayıyordu. Akıntıda ilerlemenin en kolay yolunun kıyıya girmek olduğunu yine duyu sistemleriyle biliyordu ve öyle yaptı.
Zaman daha da aktı!..
Balina, önünden akan siyah mürekkebin üzerine pırıltılarını kutsayarak serpiştirmeye çoktan başlamıştı. O, üzerinde yanıp sönen ışıklarıyla artık pırıl pırıl sonsuz okyanusun yolundaydı!..
Oltacı Miran, çağanozvari yürüyüşüyle kıyıdaki takımlarının yanına kadar kadar geldi. Yıldızların parlaklığıyla tütsülenmiş deniz, gözlerini esir almaya başlamıştı. Önümden akan bu kadar çok siyah mürekkebi nereden buldular da buraya doldurdular. İyi bir gece olacak‚ diye düşündü. Ters çevrili sandalın altından bir tane daha zula limon sandığı çıkartıp, üzerine olta takımlarını koyduğu sandığın yanına koyarak üzerine bir gazete kâğıdı serdi. Ve, çantasından çıkardığı sefertası kaplarındaki mezeleri yerleştirerek çilingirini hazırlamaya başladı.
Tuzlu çaça, iki dilim lakerda, patlıcan parpul, kırmızı biber turşusu, iki dilim ekmek ve otuz beşlik sulandırılmış Beyaz Ateş rakı... Çilingir tamam, sıra oltasını hazırlamadaydı. Kamışını bir gün öncesinden yakaladığı izmariti sardığı ıslak bezden çıkarttı ve kokladı. Kokmamıştı ama lüfer ve şürekâsı, bu zamanda, bu corum zamanında taze yem severdi. Yine de buna şükürdü, zira denizlerde canavar olduğundan yem bulmak zordu. İzmariti ortasından iki şak‚ yaprak yaptı. Bambu kamışlardan uzun olanını aldı. Sarımsak zokaya izmariti kuyruk kısmından iki kez dolayarak geçirerek, bisiklet teli bedenli hırsızını taktı. Zokayı, denizin tabanından bir beden yukarıda tutacak olan cigara varağı sarılı mantarını kontrol etti. Tamamdı. Üç adım önündeki kıyıya yürüdü. Kamışın ucundan misinayı denize yarım sobe ederek saldı ve ayaklarının dibindeki yarığa kamışın alt ucunu sıkıştırdı. Yerine döndü.
Manzara, Boğaz’ın sularını karalara bürümüş haliyle yine aynıydı. Sessizlik çevreye hakimiyetini kurmuştu. Yıldızlar yukarıda, uzak, pırıl pırıl ve sessiz; balıklar aşağıda, ıslak derinde ve kara, karanlık .. gevezeydi…
Sarıkanat, suyun yüzeyine çıkmak istedi. Nereden, nasıl, ne zaman deniz yüzeyine çıkacağı belli değildi. Dünyasına gözlerini açıp da yaşam mücadelesini verdiği günden bu yana tabiatın ona bahşettiği düşmanlarından kendini kollama güdüsüne sahipti.
Yağmur erken küstü, ortalık toprak ve deniz koktu. Caddenin iki yanına belli aralıklarla dikilmiş akasyaların arasına serpiştirilmiş vefasız kavakların polenleri rüzgârla uçuşmaya başladı. Polen serpen rüzgâr, denizden yayılan iyot kokusuyla burun deliklerinde girdiğinde, genzindeki rakının gözleri baygın baktıran, bakışları melülleştiren kokusuyla çarpıştı.
O, karanlığın içindeki diğer karanlıklara da alışıktı.
Yaklaştıkça daha da belirginleşen aydınlığa doğru kuyruğuyla küçük şıpırtılar çıkartıp eğlenerek ilerlemişti. Bu, küçüklüğünden bu yana en sevdiği, eğlendiği oyunlardandı: Deniz suyunda özgürce zıplamak...
Karanlığın sonuna geldiğinde, deniz, gri bir dolunay gibi parladı. Suyun yüzeyinde zıpladığında yüzünü başka bir dünyanın havası yaladı. Bu, onun yaşayamayacağı havasız bir dünyaydı.
Dipledi ve tekrar suyun yüzeyine yaklaştı.
Başını biraz daha ileri uzattı. Şimdi gri dolunayın tam ortasındaydı. Suyun yüzeyine dik duruyordu. Bu, hoşuna giden kokulu bir oyundu. Oyunu içine daha iyi sindirmek istercesine bir daha, bir daha dalıp çıktığı an onu gördü. Ayışığının kıyı sularında pırıl pırıl parlayarak ona göz kırpan avı.
Tuttuğunu koparırdı ve kesinkes becerikliydi tüm nesli gibi...
Günü düşüren gece, hafif eserek sahne alan rüzgârla bir çisenti başlattı. Yağan yağmurun denizin üzerinde çıkarttığı başak saplarını seyretmek, akrabalarının bir bir gidip yerleştiği ama kendisinin bir türlü gidemediği, hayalindeki Eiffel Kulesi’nden Paris’in üzerine lapa lapa yağan kar tanelerini seyretmek gibi bir şeydi. Yağmura aldırmadı. Az sonra şımarık yağmurun keseceğinden adı gibi emindi.
Ötegece tepelerinin üzerinden, göğe asılı bir ampul gibi duran Ay yavaş yavaş kaymaya başladı.
Ay, batarken yağmura tutunurmuş ağaç üstünde...
Beslenirdi her canlı gibi mevsim tanımadan ve denizlerin en yırtıcı yaratıkları arasında bir genelleme yapılsa kesinlikle ilk üçte yerini alırdı. Günün saatleri, ışık gücü, sıcaklık, son beslendiği zaman ve besisinin niteliği gibi etkenlerle iç isteklerini harekete geçiren uyarıları hiçbir zaman onu yanıltmazdı. Koku, tat alma, görme organları ve meşhur yanal çizgi sistemiyle algılarına eklenen dış uyarılarla avını bulmada bir zorluk çekmez, neyle ve nasıl besleneceğini belirleyerek karnını doyururdu.
Avını gözüne kestirip de yaklaştığında huysuzlaşır, denizin engin maviliklerinde dolaşırken gösterdiği uysallığı ortadan kalkar, hırçınlaşır ve yok etme güdüsünün en ayyuka çıkan biçimi gözlerindeki parlaklığa yansıyarak avına doğrudan saldırırdı.
Oltacı Miran, çantasından eğrilmiş, yarısı kullanılmış bir mum çıkartarak düzeltti. Muhtar çakmağını çakarak tabanını eritti ve önüne yapıştırdı, fitilini ateşledi. Bütün gün çantanın içinde kalmış mum, önce şöylesine bir söner gibi yaptı, sonra harlandı. Sonra yine pırpırladı ve söndü. İşaret parmağını ağzına sokarak ıslattı ve havaya kaldırdı. Rüzgâr gündoğusu esiyordu. Ermeni kandili yapmak lazım, diye düşündü. Sişenin yarısını bir bardak daha çıkartarak üleştirdi. Boş şişeyi, yanındaki tenekenin içine daldırarak suyla doldurdu, göz seviyesine getirerek seviyesine baktı. Suyun birazını boğumuna kadar boşalttı. Şişenin ağzını baş ve işaret parmakları arasına alıp, diğer elinin ayasının ortasıyla sertçe vurdu. Şişenin kalın dibi, içindeki suyla birlikte çökerek aktı. Yan yatmış sönük mumu yakarak dikti ve dipsiz şişeyi üzerine rüzgârdan koruyucu bir kılıf olarak geçirdi. Ermeni kandilli mum ateşi, gökyüzünün yıldız gülümsemesiyle kırmızı, sarı motifli lâle ve karanfiller siyah fonda, üzerine hat yazılacak bir ebru tavasını andırıyordu. Bir önceki geceden kalmış yarım Beyaz Ateş gözyaşı şişesini yanlarına koydu. Mum ışığının çevresinde bir pervane döndü, gri tonlu göz perdesi önünden kırık şemsiye kanatlı kör bir yarasa her geceki umarsız telâşıyla geçti, uzaklardan bir puhukuşu öttü, yukarıdaki acıçeşme yalağının müzisyen kurbağaları vırakladı.
Mum ateşinin gölgelerini seyre daldı. Ateş küçüktü! Bazen küçük olmalarına rağmen, varlıkların gölgeleri büyüktü ve çıkan ateşin gölgeleri yerdeydi, ateş ayakta! Ateşin yalancı gölgesi bir emir eri gibi hemen yanı başındaydı. Ateşin çıkardığı ışığın çizdiği gölge oyunları, yaşamın gerçeklerinden bıkmış gönüllere neler neler anlatmazdı ki?..
Kıyıda gezen bir çok istavrit, zargana, gümüş, sardalyaların gövdelerinde türünün en büyük özelliğinin izlerini çok bırakmıştı. Dişleri o kadar keskindi ki, avını bir hamlede ikiye bölebilirdi.
Çevresinden gelen dürtülerin verdiği bir tepki yapısı ve sinir sisteminin kalıtımla geçen özellikleri, geçmiş deneyimlerden neler öğrenmiş olduğuna ve bu dürtülerin yapısına bağlı bir ırkın sayılmayacak kadar çok üreyen üyelerinden biriydi.
O da, diğerleri gibi çevresindeki dünyayı görme, koklama, işitme, dokunma, tatmayı kafasından kuyruğuna kadar uzanan yanal çizgilerle algılardı.
Oltacı Miran, Beyaz Ateş’ten bir yudum aldı.
Ateş yükseldi. Az sonra bu yükseltinin ateşin harından olmadığını anladı. Bu kadar yükselme biraz tuhaf diye, içinden geçirdiğinde, karşı tepenin ardından kızıllığını koruyarak yükselen Ay’ı gördü.
Sarıkanat avını kokladı ve geriledi. Av, daha önce keskin dişleri arasına alarak parçaladıklarından farklıydı. Yaşadığı sular değil, hava kokuyordu, kara kokuyordu. Bu, başka bir dünyanın kokusuydu. Parlak gümüşi renkte cigara barağına sarılı mantarın yakınında hareketsiz durdu. Vücuduna oranla kocaman gözleriyle onu izledi. Kuyruk yüzgecini çok hafif hareket ettirerek, avına yavaşça tekrar yaklaştı. Saldırma mesafesine gelince, aniden vazgeçti ve bir diş atımlık mesafeden bir hamle yapıp kafa attı ve kıvrak bir hareketle gerisin geriye dönerek beklemeye başladı.
Oltacı Miran, Ateş’ten derin bir yudum daha aldı.
Yaktığı mumun küçük aydınlığı ve Ay, şiirsel bir düşle trajik şekilde sarmalanmıştı.
Tüm hırçınlığına karşın yelkenlerini suya indiren Poseidon’un***** altın sarısı bukle saçları; sakin ve kara denizde, bir aynada yansıyormuşçasına tel tel ağlarını örüyordu. Bu; o an, o denizden geçen her denizci için er ya da geç yakalanacağı bir iletişim, bir ağdı. Çünkü, ateşti ve ayışığıydı.. güzel okunan bir şiirin fonuydu.. uzaklardan gelen esintilerle bir Roman vatandaşın nefesinden çıkmış yanık klârnet nameleriydi…
Sevimliydi her türün küçüğü gibi ve bir o kadar da meraklıydı. Saldırı sırasında üst çene dişlerini tamamen ortaya çıkardığında, normalde siyah olarak görünen gözü geriye kaydı ve ortaya beyaz bir tabakası belirdi. Bu, işine karşı duyduğu şehvetin doruk noktasıydı.
Önündekinden küçük bir parça kopararak hemen yedi. Küçük bir parça daha yedi, ardından tüm parçayı tek hamlede yuttu.
Ve, midesine bir ateş topu gibi düşen, gözlerinde önce neme ardından bakışlarında flu bir mayhoşluğa neden olan yediğinin, dolayısıyla onu ısıtan, zokaya bağlı hırsız oltanın metalik tadı hakkında kendi kendine sorduğu soruya bir cevap bulamadı. Ardından, kendini salarak, nedeninin kendinin de bilmediği bir güven duygusuyla tatlı bir uykuya dalar gibi oldu ama çok çabuk kendine geldi.
Oltacı Miran, Ateş’ten derin derin bir yudum daha aldı.
Son yudumda, mumun ölgün ateşinde geçmekte olan ateş ölümü, Ay’sa aşkı çağrıştırdı içinde. Ateşin, güneşten geldiğini bir kez daha düşündü. Gün aşırı ölümlü güneşin oğlu değil mi ölümlü ateş?.. Evet, ateş ölümdü. Ay’sa doğumun, dişiliğin, dolayısıyla aşkın temsilcisi...
Ateş sönüp, güneşin sihri bittiğinde, Ay, dişi parıltılarını daha da yukarı çekecek. İşte, bu kör andan itibaren, deniz biraz daha durulacak ve sevişmeye gelmeyecek. Artık geceler onun için aşk adına yaratılmaktan uzak, sadece gözyaşı adına, yıldızlar adına yaratılmış olacaktı.
Kararan gökyüzünde Ay, bütün parlaklığıyla ortaya çıkmış, gümüş telleriyle ortalığı aydınlatıyordu. Boğaz’ın ötegecesinden geçen arabaların farlarını takip eden Oltacı Miran, gözlerini denizdeki ayışığında parıldayan ateşböceği yakamozuna kaydırdı. Oturduğu yerden kalkarak, bir kaç metre yürüdü ve durdu. Hayret, diye içinden geçirdi. İçinden konuştu: Hayret, nerden bakarsam bakayım, beni takip ediyor göz kırpan parlaklık!..
Sonra bir anda kamışın yaylandığını gördü ve oraya seğirtti. Kamışı sapladığı yarıktan çekerek aldı ve bir kulaç kendine çekti.
Sarıkanat, hırsıza yakalanmıştı. Suyun içinde olmanın kendine verdiği görünmemenin kolaylığını içgüdüsüyle kullanmak istedi. Hiçbir şey olmamışçasına, yakalanmamışçasına ve kendini ele alanı uyandırmamakçasına öylece hareketsiz kaldı.
Şiddetli bir sarsıntıya uğradı ve üst çene kemiğinden girmiş hırsızın çekilmesiyle iki kulaç ileriye fırladığında zokanın hemen üzerindeki cigara varağının ucunun mantardan sıyrıldığını gördü. Ökseye geldiğini anladı.
Köy’de, sesler alçalıyor, bir yerlerden akşamsefalarının kokuları yükseliyordu.
Dünyanın tüm siyah mürekkeplerinin görevini yaparak doldurduğu deniz de öylesine durgundu artık.
İkinci kez sarsıldı ve kendi iradesi dışında hızla bir yerlere doğru suları yararak ilerlemeye başladı. Sert çene kemikleri avını yakalamada hüneri olduğu kadar, zokaya geldiğinde kırılarak ondan kurtulma özelliğine de sahipti. Çok kısa direndi, sonra, türünün içgüdüsel özelliğiyle, onu yakalayıp bilinmeyene götürenden daha hızlı ileri atıldı ve sağa sola kafa atmaya çalıştı. Bunları yaparken ağzını sonuna kadar açarak, kendini bilinmeyene çekenden daha hızlı ileriye doğru yüzmeye başladı.
Tüm çabaları umarsızdı. Suyun yüzeyinden hızla çıktı ve yaşadığı çok kısa ömründe aklı hafsalasına gelmeyecek kadar şaşırtıcı bir dünyanın içine, sert bir zemine çarparak kaldı.
İyice açılan gözlerinde yanmalar duydu, şimşekler çaktı derinlerinden. İri ve nasırlı bir el onun yerden aldı ve yarı yarıya deniz suyu dolu plastik bir kaba, bir çaveleye koydu. Çavelenin kenarında birkaç döndü. Çıkış yoktu! Bir iki kere zıpladı çavelenin içinde, başarılı olamadı. Sonra, bir kez daha denedi. Bir hamle daha yaparken, artık tükenen gücüyle bunun son deneme olduğunu artık kendisi de çok iyi biliyordu. Bu kez başarılı oldu. Hapsedildiği yerden çıkmıştı ve o an, yattığı kaldırımın sertliğinden, başka bir dünyada olduğunu farketti.
Önce, tam önündeki bir çift ayak gördü. İnsanlara göre tanıdık, kendinin ilk kez gördüğü rengi deniz suyundan yer yer kepek dökerek solmuş, katı, kalçın kösele bir postala sahip ayaklardı bunlar...
Oltacı Miran, balığı yakalamıştı ya, artık içi rahattı. Onu bir hayli uğraştıran ve tek başına hâlâ canlı ve diri çavelede yüzmekte olan sarıkanata aklı takıldı. Önce, içinden beynini sıkarak öldürmek geldi. Sonra vazgeçti. Canlı kalması daha iyiydi. Bir iki tane daha yakaladığımda, eğer uyanıksa, dudukama tilt suya buğulama yapar sevindiririm. Gece rahat uyur garibim, uyuyorsa dudukam, yarına yem yaparım, diye içinden geçirdi.
Rüzgâr, ıslak elbiseli bedenini okşadığında, damarlarına duygunun dolacağı akasyalar nazlı nazlı salındılar. Denizden motor sesi geldi. Hiawata geri dönmüş, kıçından köpüklerini saçarak, bu kez gerisin geriye Şehir’e doğru akıyordu. İçindeki adamlar aynı, peşi sırada yelkovanlar yoktu.
Üzerindeki ıslaklık ve genzindeki yanıkla kendine geldi.
Manzara güzel, ortalık sessiz ve sakindi.
Sarıkanat, tek başına, çavelenin kenarında daireler çizerek bir o yana bir bu yana dönüyordu. Takati tükenmek üzereydi. Solungaçlarını açıp kapatırken zorlanmaya başlamıştı. Son bir ümit ve can havliyle çaveledan kendini attı.
Karşı kaldırımdan geçen başörtülü iki kadın durdu ve kaldırımdaki ayışığının şavkında parlayarak göz alan küçük balığa baktı. Kadınlar yollarına devam ederlerken, Oltacı Miran, taze su için elinde aldığı sapına ip bağlı tenekeyle denize seğirtti. Balığın bu kadar kararlı bir haşarılık ve muzipliğinden bıkmış bir edayla, onu yerden alıp ait olduğu yere koymadan, tenekede kalan yarım suya daldırarak yıkadı. Sarıkanat nefes aldı, bir nebze hayat buldu. Sonra çaveledaki yerini aldı. Tenekedeki suyu asfalta yarı sobe yaparak döktü.
Yukarıdan, Meydan Mahallesi taraflarından bir klâkson öttü. Akşam oldu mu entari giyip, takke takan yaşlı komşusu şofördü bu. Artık direksiyon sallamıyordu. Havyar Sokak’taki evinin penceresine çıkmadan, oturduğu sedirden, kıçını kıpırdatmadan sokağı seyretmenin kolayını pencerenin kenarına bir dikiz aynası koymakla bulmuştu. Her gece mutlaka, aynı saatte çaldığı klâksonunu, bazı günler aklına esen saatte çıkarır ve ha babam de babam sürekli öttürür, mahalleyi bir hengâme sarar, ortalık Eminönü Meydanı’na dönerdi. Bu klâkson bir bakıma uyarı, askerlikteki ‘kalk borusu’ gibiydi.
Klâkson yine öttü, bu kez daha tiz ve uzunca... Mesai bitmişti. Artık yerinden kalkma, takımları ve çilingiri toplayarak yarına hazırlama ve eve çıkma zamanıydı.
Dudaklarından dökülen, “Şen mınank... Bayzar mınank... Ağkatnen mimornank...” duasıyla, plâstik çaveledeki yalnız balığa baktı. Yarım yan yatmış, solungaçlarını seri açıp kapıyordu. Balığın ağladığını sandı. Gözyaşları tuzlu suya karışmış mıdır, diye içinden geçirdiğinde kendine kızdı. “Deli herif sen de!..“diye, söylendi. Denize, geldiği yere geri gönderirsem, kendine gelir, diye düşündü. Ayağa kalktı.
Çaveleyla rıhtımın kenarına kadar geldi ve içindeki suyu sarıkanatla denize boşalttı. Sarıkanat, denize batmadı bir süre. Yan yatmış öylece dururken, Oltacı Miran, arkasından yarı beline kadar eğilerek bakakaldı. Sarıkanat, kara suyun içinde önce pul pul, sonra ışıl ışıl ışıldadı. Bu, balığın hüzünlü gülücüğü gibi geldi ona ve sarıkanat karanlığın diplerine doğru yalpalaya yalpalaya kayboldu.
Sarıkanat geldiği yere geri döndüğünde, denizin üzerinde Ay’ın parlaklığında bir yelkovan sürüsü peydahlandı. Yelkovanlarda sevimli bir telaş, bir telaş, kanatları denize değercesine yüzeyden uçarlarken, Delisu’da çöpler, martılarla birlikte büyük bir hızla, aynaların üzerinde akıp gidiyor, martıların keskin çığlıkları yaşlı Şehir’in kahkahalarına karışıyordu.
Sarhoşluğun pusunda, Oltacı Miran’ın rüzgârları yatışmış, göğün sonsuzluğundan uzun bir sessizlik yayılmıştı bedenine. Çöken gündüzün yorgunluğu gözkapaklarına yansıdığında yavaşça kapanan aralığından son bir gayretle karanlık gökyüzüne bir nazar attı ve takımlarını toplamaya başladı.
Uyuyan ahşap evlere azarlar gibi bakıyordu gecenin Ay’ı…

Amasra – Urumelihisarı 2007
Vecdi ÇIRACIOĞLU