1 Şubat 2013 Cuma

yükşehir


Notos Öykü'nün Şubat -Mart 2013 sayısında yayımlanan öyküm...


Yükşehir

Özgür Çakır

“Alooo. Hemşerim son durak…”

Ali şoförün bağrışıyla uyanıp gerindi. Sayıklamaya başladı. ‘Hemşerin şey etsin seni. Dur azıcık kalkmayacağım. O koltuğu kapmak için ne kadar uğraştığımı bir bilseydin. Arkamdan iten teyzenin kolunun altından geçişimi, bilekleri benimkilerden daha yumuşak o gence attığım şaşırtmacalı çalımı görseydin böyle davranmazdın. Başımla pencere arasına yastık bile koyardın. Kaçırdığım durağa kadar sırtında taşır, belediye ödülü filan verirdin.’

Ön koltuğa dayadığı uyuşmuş bacağıyla otobüsten zor attı kendini. İş görüşmesi için giydiklerinin yarattığı ağırlık hissine dayanamıyordu. Londra'ya asla varmadığını bildiği asfaltın kenarından, sol ayağı sekerek, adrese doğru yürümeye başladı. İki durak önce inmişti.

Eylüldü. Gündüzleri hâlâ sıcaktı. İki adımda terleyip kızardı. Güneşin dokunduğu yerlerde fark edilebilen otoban tozu, burnundan girip dişlerinin arasında çatırdıyordu. Duraktan taşan kalabalık, doluşacakları araçları bekliyordu. Kiminin elleri ceplerinde, kiminin sigaralarında, kimininse çantalarındaydı. Üst geçide çıkıp hepsini bir arada görünce biraz daha uyandı. Korkunçtu. Sabahın pusunda, otomobillerin stop lambaları, otoban boyunca damlatılmış kan izleri gibi uzanıyor, motor gürültüsü şehrin hiç bitmeyen inşaat seslerine karışıyordu.
Yolun her iki yanında bacalarından telaş ve sıkılganlığın salındığı, uyduruk bina tarlaları uzanıyordu. Üstelik hepsi birer plaza taklidi yapıyordu. Yüksek duvarlarında ufacık pencereleriyle uzanan onlarca tekstil atölyesi. Pencerelerden bakmak için durmadan zıplayan işçileri düşündü. Dönüp duran havalandırma pervaneleriyle görüntü daha da çirkinleşiyordu.

Aradığı adres yolun tam karşısındaydı. Yürüdü. Kravatını düzeltip güvenlikten geçti. Manyetik kartı birkaç yere gösterip uzun koridorlar aştı. Hedefine kilitlenmiş sperm gibi, Sibel Hanım'ın odasını arıyordu. Rahatsız ediciydi. Heyecanı daha önceki görüşmelere benzemiyordu. Sol ayağını kapanmak üzere olan asansör kapısına son anda uzattı. Uyuşukluğu yeni mi geçmişti.

Beşinci katta, “Pardonlarla,” dışarı attı kendini. Yirmilerinde bir kadın sanki daha önceden tanışıyorlarmış kadar samimi ve kendinden emin karşıladı. “Hoş geldiniz Ali Bey. Şöyle buyurun. Sizi biraz bekleteceğim.” Paravanların arasında, bilgisayarlarının başına tünemiş çalışanların yanında, şef odalarının birinin önünde
beklemeye başladı. Büyük ofisi tarayıp klimalı havadan derin bir nefes aldı. Beş on dakikasonra kısa boyuna hiç yakışmayan uzun paltosuyla herifin biri çıktı odadan. İçeri girme vaktinin geldiğini, adamın yanından geçerken attığı haset bakışından anladı. ‘Bok. Sanki işini kaptık.’

Sekreter kız, “Buyrun Ali Bey,” diyerek odaya yönlendirdi. Kızın kalçalarından gözlerini alamamıştı. Onu odanın kapısında karşılayan Sibel Hanım’ın dekoltesinden taşan göğüs çatalından içeri düştü. Sibel Hanım oturur oturmaz sordu, “Ali Bey, neden şirketimizi tercih ettiniz?”

İş görüşmelerinin besmelesiydi.
“Valla Sibel Hanım, şirketinizin sektörde ne kadar önemli olduğunu bilmeyen birisi bence iş görüşmesi için bu odaya girmesin. Kurumsal yapınızın sağlamlığı da bilinen bir gerçek...” diyerek geveledi. Yalandan kim ölmüştü. Yok, öyle değil, yalandan koca bir ülke ölüyordu. Konuşurken gözleri odanın içinde dolanmaya başladı. Sibel Hanım'ın çatalına, yüzüne ve sağında kalan, sırf hava olsun diye yerleştirilmiş, bir kısmı İngilizce, içlerinde artık işçi yerine, işgören lafının kullanıldığı kitaplarla dolu kütüphaneye bakınıp durdu.

“Ama hâkim bey ben masumum bazı kavramlar değil” diye mırıldandı. Sibel Hanım “Anlamadım” dedi. En iyi dostları Murat ve Uğur’un da zaman zaman sesli düşündüklerini hatırladı. Lafı belinden yakalayıp doğrulttu. “Yani kavramlar bir de. Bugün için işletmelerde...” Aklı çoktan, işten kendisine ve arkadaşlarına gitmişti. İyi insanlardık ama bizden bir cacık olmazdı diye düşündü... Bütün yaz boyunca kaç kez değişik bir eylem
yapmakla ilgili konuşmuşlar ama hiçbir şey çıkaramamışlardı. En güzel tarifi Uğur yapmıştı;
“Hafıza kartı yanmış lan bu ülkenin.”

Sibel Hanım, “Peki Ali Bey bugüne kadarki satış performansınızdan konuşsak biraz,” diye sorduğunda, duman gibi dağıldı düşündükleri. Geçen hafta Uğur ve Murat'la buluşmak için sözleştikleri yere iki saat geç kalışı geldi aklına. Sibel Hanım orada olsaydı, “Al sana satış performansı” diyebilirdi. Mekâna vardığında dostlarının tepkileri de görülmeye değerdi. Murat, “Oğlum sen ne dangoz bir adamsın” demiş, Uğur her zamanki canayaklı tavrıyla; “Boş ver elleme Ali'mi. Ali işte. Ali lan, ne oldu o kız?” diye sormuştu. Satış performansını anlatırken önündeki sehpaya bıraktığı cep telefonu titredi. İddia sonuçları... Para çıkarsa ilk iş,
Uğur'la Murat'ı yemeğe götürmek diye geçirdi içinden. Sibel Hanım durmuyordu. Ağzından çıkan dominant, iz bırakan, sadık, ciddi gibi ezberlediği sıfatlarla, aradıkları elemanın nasıl olması gerektiğini bir öğretmen edasıyla anlatıyordu. Ali hiçheyecanının giderek işe yaradığını fark ediyordu. Sorular cevapları izledikçe, kendisinin bir ırgattan, karşısındaki kadının da ırgatbaşından farklı olmadığını düşündü. Sibel Hanım'ın çatalını birden yere attı. Aslında o bıçak, kendisi de iyi haşlanmamış bir etti. Soruların bildiği yerlerden çıkması
bile keyif vermiyordu.

Sibel Hanım sonunda ağzından baklayı çıkarmıştı. “Ali Bey sizinle çalışmak istiyoruz. Aklımızdan geçen ücret 1.500 lira. Artı yemek tabii ki…” Bin beş yüz... Ali'nin bütün dinginliği kaybolmuştu. 1.500'ü üçe beşe yüze bölüyor, toplayıp çıkarıyor, kalp atışlarının hızlanışıyla ağzı kuruyordu.
“Ali Bey?”
“Eee... Tamam...”
Top çevirmeye gerek yoktu. Üç aylık işsizlik ve sonraki günlerin umutsuzluğuyla daralan içi, işe alınmakla ferahlayacağına, kafasından atamadığı 1500 lira ile zift çekilmiş gibi kararıyordu. Neresinden tutsa un ufak hale gelen tutturamadığı hesap, taktığını çoktan unuttuğu kravatını bol zincirli bir prangaya çevirmiş, Sibel Hanımı da terden tuzlanmış sırtını kırbaçlayan bir efendiye dönüştürmüştü

“Ali Bey, o zaman önümüzdeki aybaşı itibariyle iş başı yapabilirsiniz sanırım.”

Şu koca şehirde sırf sigortası var diye göbekli, belki de çoğu karısına her an dayak atabilecek erkeklerden biriyle evlenmeyi düşünenleri, bu parayla koca bir aile geçindirenleri hayal etti. “Aybaşında görüşmek üzere” diyerek Sibel Hanım'la ısmarlaştı. Kendini binadan attığında, sesi ve kokusuyla kıvamını bulmuş şehir, yağmurun içinde ağzından dumanlar çıkarıp, hırıldayarak soluyordu. “Bakma ölürsün” dedi. Dinletemedi. Sanki şehir herkese kasti tekme atıyordu. Taktiği de yine sakinleri veriyordu. Eve dönüş yolunda otobüste babasının zeytinlerin başında dur diye yıllardır tutturmasını hatırladı. İnadına kaldığı şehir, yaşanacak ya
da çalışılacak halde değildi.

İndiğinde ayakları Ali’yi bir türlü eve götürmüyordu. Kapıdan döndü. Tekelden bir bira alıp, mahalledeki parka yollandı. Ayakları su aldıkça o şarkı geldi aklına: “Tanrı iş gezisinde, gemi su alıyor.” Tanrı belki de gerçekten iş görüşmesine gitmişti. Salıncaklardan birinde birasını yudumlamaya başladı. Şişeyi dikleyip fırlattı ve sallanıp hızlandıkça sesli tekrarlamaya başladı:
“1500... kira 500... Evin anahtarını bile yaptırmıştım Merve için... Sonra kredi 300... Sigara 150-200... Aylık akbil... Elektrik, su, doğalgaz, telefon, internet... Ekstralar, biralar.... E askerdeki kuzene harçlık yollamak lazım. Arada kitap almak lazım… Bir daha okurum hepsini. Sinemaya gitmeye gerek var mı sanki? Aidatı unutma... Dostlarına bir şeyler ısmarlamayacak mısın lan hayvan herif? Zeytinler... Bu sene az veren sene... Sonra kondratiyef çevrime göre kriz dönemi... Suriye işgali; düşünmek bile istemiyorum... Yanan çadırlarda ölen bebeler... Arap baharı esse keşke buralara diyenlere gıcık oluyorum. Bahar görünümlü kışları sevmiyorum... Tarihin öznesi salıncakta, kaldırımda, otobüs durağında, bazıları hafta sonları eylemde ve hafta içleri süpermarket indiriminde... Bir kısmı kanepede ve benim gibi birahanede, ömrü bu şehirde yollarda... Tarih artık yazılamadığı için eskisiyle kitaplarda... Varsın makarna kokmaya devam etsin terim... Zeytinler var bir de... Ama sigorta önemli... Hem yemek de veriyorlar... Çüşş... Bir de vermeyeceklerdi... Şimdi işe başlayacağım ya hani, hafta içleri hep kaçma isteği yaratacak kadar kuru ve güneşli, hafta sonları ve
bayram tatillerinde ıslak ve çamurlu iklimiyle meşhur şehrin günleri başlayacak... Kira 400 lan... Zeytinler var ama... Gazeteciler teker teker kodese atılıyor... Şehrin görsel hafızaları satılığa çıkarıldı... Karnım ağrıyor... Koca bir osuruk, toplu bir osuruk yıksa keşke bu şehri.. Rüyamda Merve'yi gördüm. Misafirlere yemek yapıyorduk. Kek diye tutturdu. Öyle bir kabardı ki, mutfakta kekin içinde rendelenmiş portakal kabuklarıyla şekerli toparlağın içinde yer darlığından yapışık hale geldiğimiz için ölmeden önce öpüştük... Ama yan komşunun üniversitedeki oğlu da içerdeymiş. Sürü sepet diğerleriyle beraber hem de... Zeytinler, 1500tl
artı yemek ama... Uğur'u aramayı unutma, o her şeyiyle güzel kadının gücünü unutma... Merve aramadı yine... Mahkeme heyetleri bininci kez bozdukları kararı onuyor, onadıklarını bozuyor... Kendime bir defter almalıyım... Eski defterleri yırtmalıyım. Karnım ağrıyor.. Mide lan o... Kemirgenler, sülükler... Günahsız hayvanları benzetmelerinde kullanma... Hızlan, Islak hızlan, hızlan, bu hızı kullan, iyi bak, gör, göster, dur, yürü, sus, bağır.......”

Hızını alan salıncak, bir el tutuşuyla sarsılarak durdu. Ali salıncağı durduran Murat'ın yüzüne bakıp, “Hayırdır?” diye sordu. Murat'ın ağzından dökülen “Vapur kaçıracağız” sözlerine cin bakışı attı. Şımardığını belli etmeden kolunu Murat'ın omzuna atıp, “Hadi bana gidelim” dedi. Cuma gecesi yeterince ıslak, soğuk ve bu laflarla doldurulamayacak kadar sıradandı.