27 Haziran 2011 Pazartesi

Yusuf Atılgan'ın 90. doğum günü kutlu olsun

27 HAZİRAN 1921'DE DOĞDU


"Bütün çağların trajedisi bu, ku-ya-ra... 'Kumda yatma rahatlığı'. A-da-ko: 'ağaç dalı kompleksi'. Kuyara, alışılmış tatların sürüp gitmesindeki rahatlıktır. düşünmeden uyuyuvermek. biteviye gecen günlerin kolaylığı....Ya adako? Ağaç dalındaki gövdeden ayrılma eğilimini fark ettin mi bilmem? Hep öteye öteye uzar. gövdenin toprağa kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu. Özgürlüğe susamışlıktır." Aylak Adam

25 Haziran 2011 Cumartesi

şemsiye değil, 3-5 şarkı...



Bulutlar toplanmaya başladı. Birkaç saat sonra yağmur yağmaya başlayacak.
Bu yazın böyle olması çok iyi. Böyle kalsın. Abartmasın.
Başka da hazırlığa gerek yok bu yağmur için.
Yağmur başladığında iyi demlenmiş çay tadında olacak bu şarkılar...


tired of being alone (texas yazıyor ama bal gibi al green) - al green
the night - morphine
all fires – swan lake
tides of the moon - mercury rev
into my arms – nick cave and the bad seeds

20 Haziran 2011 Pazartesi

'dingin, karanlık bir güz gelecek şimdi'


Şiirden çok anlamam. Kendimce birtakım şairleri severim, okurum. blogumun başlığından da anlaşılacağı üzere turgut uyar'ın hastasıyım...
5-6 ay önce kitapçıda önce kapağıyla ilgimi çeken (bkz. meta estetiği-bunu ayrıca paylaşırız), karıştırdığımda da şiirleriyle çeken Yaz Tarifesi'ni sıkılmadan döne döne okudum. Şairimiz Onur Caymaz birkaç gün önce de Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun doğumunun 100. yılı anısına düzenlenen şiir ödülünü kazandı. Bu da iyi. Yeni bir dosyayla kazanmış ödülü.
Dedim ya şiirden çok anlamam ama hiç artizliğe kaçmayan tadı güzel şirrler var Yaz Tarifesi'nde.
Ben de bundan istifade Yaz Tarifesi'nden bir şiiri paylamak istiyorum.


Yazdan Kalan Öpüşler
rüzgarı unuttum, kırmızı bir atkı
yaz, yorgun bir tarife... her yere gidiliyor yazdan
kilisedeki vitraylar, sinema locaları
pullar dökülüyor sedeften ilçe postanelerine
yaz, bir er mektubu
neydi unuttum. Bir şeylere gülüyordun orada
çocuktum bir gün, ah diyordum
ah bazı yamurlardan sonra akşam olmasa
uzanıp ıslak camları öpüyordum

sahibi ölünce bir köşeye atılan terliklerin
birbirine uzanmayan hüznüydü yaz
nota defterlerine yazılmış dizelerdi
otobüste şeftali yiyen o kadını unuttum
komşu düğünlerinde dansa kalkılan günlerdi
suçsuzken bile özür dileyen çocukluğum
buz tutmuş bir dönem dolap...
dudaklarımı silemiyorum harflerden, otogar
bir asker fotoğrafı, orta kahve törenleri
sonra fal açıyor kirpiklerin
kahvedeki telveden, faldan öpüyordum

o nedir, bir mektup mu
masada kağıt, kalem, çay bardağı
bardakta kaşığı unutmuşsun üç asır var
dokunup kalmış tanrısı zamanın
mermer o yüzden böyle beyazdır
kelebekler ölüyor, mumlar yanmış, İzmirlere gidelim
o yüzden bir mızıka çalınsa yazdır
bu şarkıyı çok seviyorum orada, hangisiydi unuttum
nakaratından öpüyorum

öyle oluyor canımın içi
bazı ağaçlar sunutuluyor kış gelince, örnekse manolya
yaz, saçlarını tarıyor çarşıların
elinden tutmuş meyhanelerin, istasyonlar biliyor...
Büyükada, Viranbağ, Elif Mualla diye bir kadın
şair fotoğrafları duruyor masasında
anı olmuş hepsi, pansiyona dönüyorduk
huzurevinin bahçesinde, bir adam el sallıyordu
bütün yaz böyle geçti canımın içi
dingin, karanlık bir güz gelecek şimdi

orada bir şeye gülüyordun, gülüşünden öpüyordum...

yaz / 2008

18 Haziran 2011 Cumartesi

sigara bahane


Mahallemin güleryüzlü kadın bakkallı içeriye girer girmez, “Yumuşak paket camel di mi?” dedi. "Evet" dedim gülerek. Sigarayı tezgaha koydu. Sigaranın üzerindeki uyarı fotoğrafınabakıp, “Ay bunlar da bir türlü barışmamadılar” diyerek güldü ve paketi tezgahın üzerinde ters çevirdi. Hayat enerjisi karşısında donakaldım. “Yok ya sigara bahane. Başka bir şey olmuştur barışırlar” dedim gülerek.
Bir hafta kadar sonra, uzun süredir görmediğim arkadaşlarla bir yerde içiyorduk. Masada sigara kullanmayan bir arkadaş paketin üzerindeki aynı fotoğrafı görünce, “Aaaa, bu çocuk benim bir arkadaşımın erkek arkadaşı...” demesin mi...
Bir takım cinsiyetçi laflar ve mavralar eşliğinde malzeme konusu yaptılar ama katılamadım. Fotoğraftakilerin yerli tipler olamayacağı iddiaları...
Aklıma bakkalabla'nın dedikleri geldi.
Peki küsler mi, kavga ediyorlar mı?” diye sordum, atıldım...
Ne?” dedi.
Ne alaka yahu?” soruları masada...
“Boşverin” dedim.
5-10 saniyelik bir sessizlik oldu.
Onlarla bilinçli olmadan da olsa neden nadir görüştüğümü anladım. Bakkalabla kadar bile hayat enerjileri yok çünkü.

15 Haziran 2011 Çarşamba

balkon konuşması



Sanki apartman yöneticimizi seçtik. Aklımın yettiği en apolitik seçimlerden sonra bir de. Herkesin politikadan anladığını sanıp lakırdı yaptığı ülkemin apolitik değerli tercihi belli oldu. Zaten tercih edecek bir şey de yoktu.

İstatistiğe bandırılmış uçuşup duran yuvarlaklar, dörtgenler, bitrtakım renki geometrik şekillere hapsedilmiş tercihler silsileleri. Kıravatlı adamlar ve tuhaf kadınların, sadece bindikleri taksiciden aldıkları bilgiyle türkiye sosyolojisini çözmüş edalarla yaptıkları kofti yorumlar.

Haşmetlimiz de seçim sonuçları belli olur olmaz balkondan tebaya konuştu. Tam o sırada ben de balkondaydım. Bi tek rakı içtim, bol kiraz yedim. Serin yaz akşamı keyfi yaşadım. Ama asıl önemlisi o balkondaki son akşamım olmasıydı. Annemler yeni bir eve taşınıyorlar. Hem de şu balkonsuz evlerden birine.

Balkonda içimden konuşmaya başladım.
Balkonu bol günler geldi aklıma. Şimdi ki gibi '4 yılda bir balkonu gördüklerimizden' adam sayıldıklarımızdan değil. 'Kayıp cennet'i yad etmek gibi ama öyle işte ne yapayim.
Çocukken top oynamaya çağırdıklarında çıktığım balkon. Sabah ailecek kahvaltı yapılan balkon. Anamın hava kararmaya yakın bağıra bağıra türlü tehditlerle eve çağırışı, karşı balkondaki güzel kız, havalı ablalar, balkondan balkona sohbetler, tırmanılan balkonlar sonra. Promptersız balkonlar.

İlk gizli sigaralarımı içtiğim, köşkbahçesine bakan balkon, arkadaşlarla içtiğim, okuduğum kitapların hep en zevkli yerlerinin başmekanı, ilk yemek denemelerimi test ettiğim, bol karpuzlu, çekirdekli, gece sessizliğinden sessiz, bazen kahkahalarla geceyi bölen, kar tutunca ayrı güzel, bazı sıcak gecelerde döşek serip uyuduğum...

Arsız balkonlar. Fena arsız olurlar ha. Haddini bilmezler. Hele biraz eni boyu varsa eve 'balkon' muamelesi yaparlar. Ben bir ara balkon beslemiştim evde.

Ha bir de gözler ruhun balkonlarıymış ya hani, işte aynen öyle. 'Kör oldum' dedim balkonda. Herkes kendi balkonundan bakıyor dünyaya. Bir adam çıktı bu akşam hepmizi aynı balkona tıktı. Keşke konuştuğu balkonun üzerinde bir başka balkon olsaydı. Çıkarıp üzerine işemek en bi devrimci eylem olurdu.

Balkonsuz bir ülke gibiyiz. Ama gördüğünü sanan körden bahsediyom. Kastım engeline rağmen tüm renkleri daha iyi görebilenler değil.

Hayat ve siyaset pr gerçekliği artık. Yüzükler rozetler altın dişler bond çantalar bir kere daha bizi balkondan aşağı attı. Umrumda mı? Değil. Gerçekten değil. Yani böylesi umrumda değil. Siyaset çünkü bu değil. Güzel balkonlu evlerle dolu bir hayat var demek hepiciğinden daha siyasi bence.

Kiraz bitti. Karnımı ağrıtacak kadar çok yedim. Ama balkonda dokunmuyor insana. Son bir sigara tellendirdim. Zorla kapanan sevimli kapısını son bir ittirdim.

Bu akşam ay tutulacakmış. Balkonlu bir eve atıcam kendimi.

Bu yerli ve bu ecnebi  parça yaşayan balkonlara gitsin.

11 Haziran 2011 Cumartesi

yaz yağmuru için...

Sevgi Duvarı - Ezginin Günlüğü

(daha ne denir?)

 Baby C'mon - Stephen Malkmus

melodisi bir Şaban filminden tanıdık sanki. ama bu da güzel)

There Was a Whisper - Bang Gang

(ayrı bir ilgi göstermek lazım)

Dans Et - Hümeyra

(ah be Hümeyra!)

Yassassin - David Bowie

(Nereden öğrendi bilmiyorum ama David Bowie 'yaşasın' diyor. vallahi billahi...)

Second Bird of Paradise - The Rosebuds

(yağmur tam zamanında yağdı)

So Broken - Bjork

(hah! saçımın üstlerinde bir yerlerde bir tel daha rengini kaybetti!)

Sympathy - Marillion

(yapmışlar)

    

6 Haziran 2011 Pazartesi

Hiç İçin Metinler III - Samuel Beckett





"Bırak, bırak tüm bunları diyecektim. Kimin konuştuğunun ne önemi var, biri kimin konuştuğunun ne önemi var dedi. Biri kalkıp gidecek, giden ben olacağım, ben olmayacağım o, ben burada olacağım, buradan uzaktayım diyeceğim, ben olmayacağım o, hiçbir şey söylemeyeceğim, bir öykü anlatılacak, biri bir öykü anlatmaya çabalayacak. Evet, yadsımıyorum artık, her şey düzmece, hiç kimse yok, anlaşıldı değil mi, hiçbir şey yok, tümceler de kalmadı, hadi alıklaşalım, tüm zamanların, tüm zaman kiplerinin alığı olalım, sona ermesini beklerken bunun, her şeyin geçip sona ermesini, seslerin kesilmesini, yalnızca sesler var, yalnızca yalanlar. Buradan, gitmek buradan ve başka bir yere varmak, ya da kalmak burada ama bir aşağı bir yukarı dolanarak.
Önce kımılda, bir beden gerekli, eskisi gibi, yadsımıyorum bunu, yadsımayacağım artık, bir bedenim var diyeceğim, ayağa kalkacağım, yaşamak diyeceğim buna, benim diyeceğim, ayağa kalkacağım, düşünmeyi bırakacağım, işimle dolu olacağım, ayakta durmakla, ayakta durmayı sürdürmekle, yer değiştirmekle, katlanmakla, yarına, gelecek haftaya sağ çıkmaya çalışmakla, yeterli olacak fazlasıyla bütün bunlar, bir hafta, ilkbaharda bir hafta fazlasıyla yeterli olacak, yaşam şırıngalayacak içimize. Arzulamak yeterli bunu, arzulayacağım ben de, bir bedenim olmasını arzulayacağım, bir kafam olmasını arzulayacağım, birazcık kuvvet, birazcık da cesaret, şimdi koyuluyorum işe, bir hafta çok çabuk geçti, sonra döndüm buraya, şu karışık yere, günlerden uzak, günler uzak, kolay olmayacak.
Peki neden tüm bunlardan sonra, hayır, hayır, bırak, başlama yeniden, dinleme tüm bunları, tüm bunlar deme, her şey eski, her şey eşdeğerde, yazgıları böyle yazıldı. Ayaklarının üzerindesin işte şimdi,doğruluğuna ant içerim, senin bunlar, benim bu, ant içerim, oynat ellerini, dokun kafana, usun orada işte, bir çalışmasa çuvallardın anında, başka yerlerine geçelim şimdi, daha aşağı bölgelere, onlara da gereksinmen var, söyle bakalım neye benziyorsun, bir tahminde bulun, nasıl bir adamsın, bir erkek gerekiyor, ya da bir kadın, bacakaranı yokla bir, güzellik zorunlu değil, güçlülük de öyle, bir hafta kısa bir süre, kimse sevmeyecek seni, korkma sakın.
Hayır, böyle değil, çok ani oldu, korkuya kapıldım. Ama başlamak için debelenmeyi bıraksan, öldürmeyecekler seni, kimse seni sevmeyecek, kimse seni öldürmeyecek, belki Gobi çölünde bulacaksın kendini, yuvanda hissedeceksin orada. Seni burada bekleyeceğim, hayır, yalnızım, yalnızım ben, bu kez benim gitmem gerekiyor. Nasıl yapacağımı bilmiyorum, bir adam, bir tür adam, yaş almış bir çocuk olacağım, zorunluyum buna, bir dadım olacak, üstüme titreyecek benim, karşıdan karşıya geçerken elimden tutacak, parklarda özgür bırakacak beni, uslu duracağım, bir köşeye sinip kedi gibi oturacağım ve sakalımı tarayacağım, düzleştireceğim onu, daha yakışıklı, biraz daha yakışıklı olmak için, böylesi ne güzel olurdu kuşkusuz.
Gel yavrum, dönme zamanı geldi, diyecek bana. Sorumluluğum olmayacak hiç, tüm sorumluluğumu o üzerine alacak, Bibi olacak adı, Bibi diyeceğim ona, böylesi ne güzel olurdu kuşkusuz. Gel yavrum, uyku zamanı geldi. Tüm bildiklerimi kim öğretti bana, kendi başıma öğrendim, avarelik yıllarımda, doğadan çıkarsadım her şeyi, yaradanın yardımıyla, ben değilim biliyorum, ama çok geç artık, bunu yadsımak için çok geç, bilgi birikimim burada, içindeki kırıntılar, fırtınada sırayla, göz kırpıp duruyor belli aralıklarla, beni aldatmak için.
Bırak ve git, gitme zamanı geldi, bunu söylemek gerekiyor ne olursa olsun, zamanı geldi, nedeni bilinmiyor. Kendini tanımlama biçiminin ne önemi var, burada ya da başka bir yerde olmak, gezmek ya da yerinden kımıldamamak, boylu, insansı bir biçime sahip olmak ya da bir biçimden yoksun olmak, karanlıkta kalmak ya da göğün ışıklarıyla aydınlanmak, bilmiyorum, önemi var gözüküyor, kolay olmayacak bu.
Her şeyin karardığı o ana dönseydim yeniden ve oradan başlasaydım, hayır, bir yere varamazdım buradan, bir yere varamadım hiçbir zaman, bellekten silindi gitti o an, kocaman bir alevdi, sonra karanlık, büyük bir sarsılıştı, sonra ağırlıktan ve katedilecek uzamdan soyutlanış. Bir yalıyardan aşağı atmayı denedim kendimi, sokağın ortasına ölümlülerin arasına yığıldım kaldım, bir sonuç alamadım vazgeçtim. Beni buraya getirip bırakan yola yeniden koyulup, sonra da geri dönmek, ya da daha uzaklara yol almak, bilgece bir öğüt bu. Bir daha yerimden kımıldamayayım diye bu, O ben değilim, doğru değil, o ben değilim, ben uzaktayım, diye, on yüzyılda bir mırıldanarak, sonsuza kadar ağzımdan salyalar akıtayım diye. Hayır hayır, gelecekten söz edeceğim şimdi, gelecek zaman kipinde sürdüreceğim söylemimi, aynen eskiden geceleri kendime, Yarın sarı yaldızlı koyu mavi kravatımı takacağım (gecenin bitiminde takıyordum onu) dediğim gibi.
Çabuk çabuk, yoksa ağlayacağım. Bir dostum olacak, benim yaşlarımda, benden farksız, eski bir savaşçı, savaştığımız günlerden söz edeceğiz birlikte, yara izlerimizi göstereceğiz birbirimize. Çabuk çabuk. Ben toplumla pusuya düşen düşmana ateş yağdırırken deniz kuvvetlerinde yapmış olmalıydı askerliğini, belki de Jellicoe’ydu komutanı. Yaşayacak, önümüzde yaşayacak çok zamanımız kalmadı gözüküyor artık, son kışımız bu kuşkusuz, amin. Ölümümüzün neden olacağını soruyoruz birbirimize. O verem diyor kendisi için, bense prostat.
Birbirimizi kıskanıyoruz, ben onu kıskanıyorum, o beni kıskanıyor arada sırada. Genel bir tuvalette ayakta, tek başıma, titreyen elimle, iki büklüm olmuş, pelerinimle örtünerek sonda sokuyorum, insanlar yaşlı ve iğrenç bir ihtiyar yerine koyuyor beni. Bu sırada o bir banka oturmuş, öksürüklerle sarsılarak, dolar dolmaz, uygarlık gereği kanala boşalttığı bir enfiye kutusuna tükürerek bekliyor beni. Anayurdumuza layık evlatlar olduk biz, ölmeden önce düşkünlerevine kaldıracaklar bizi. Kamuya açık bir yeşil alanda aynı anda güneşin ışıklarıyla bedava bir bankı bir araya getirmeye çalışarak geçiriyoruz yaşamımızı (o bizim yaşamımız), doğaya biraz geç yaşta gönül düşürdük, kimi yerlerde herkese ait o. Alçak sesle, soluksuz kala kala bir önceki günün gazetesini okuyor bana, gözleri görmeseydi keşke. At yarışları ortak tutkumuz, tazı yarışları da, siyasi görüşümüz yok ikimizin de, yine de biraz cumhuriyetçi sayılırız. Ama Winsdor, Hanoverian, başka neydi, Hohenzollern’lerle de ilgileniyoruz.
Tazı ve at yarışları haberlerini özümsedikten sonra insana ait hiçbir şey yabancı değil bize. Hayır, yalnız başıma, çok daha iyi olacağım yalnız başıma, daha hızlı gidecek. Yiyecek bir şeyler veriyordu bana, bir domuz kasabıyla arkadaştı, canım boğazımdan geliyordu salamları ağzıma tıkarken. Avuntu veren sözleriyle, kansere yaptığı göndermelerle, ölümsüz sarhoşlukları anımsatışlarıyla mezarına bir taş dikemememin üzüntüsünü unutturmaya çalışıyordu bana. Bense, kendi ufuklarımda yoğunlaşacağıma (onları bir kamyonun altına fırlatmama olanak verirdi bu), usumu onun anlattığı şeylerle meşgul edip duruyordum.
Haydi, silah arkadaşım, bırak tüm bunları, artık düşünme, demem gerekiyordu ona, ama düşünme yetisini yitiren kardeşlik duygusunun alıklaştırdığı ben olmuştum. Bir de yapmam zorunlu olan şeyler vardı! Spora gönül verenlerin meyhaneler açılmadan önce, günün erken saatinde, bahislerini sağlıklı bir biçimde oynayabilmek için topluluklar oluşturduğu Duggan’ın dükkanının önünde sabahın onunda güneş de açsa, dolu da yağsa gitmem gereken buluşmalar örneğin. Bakın, ölmüştük, zamanımızı doldurmuştuk (ne güzel, ne güzel) ama nasıl da dakiktik, belirtmeliyim bunu. Vincent’ın kalıntılarının, sicim gibi yağan bir yağmurda, omuzlarını istemeyerek de olsa (yasak kelime kullandınız)bir denizci gibi neşeyle iki yana sallaya sallaya, kafası kan lekeli kirli bezlerle sarılı, gözlerinde bir parıltıyla gelişini görmek, iyi bir gözlemci için insanın zevk uğruna neler yapabileceğini gösteren mükemmel bir örnekti.
Sanki hızlı bir denizci dansına başlayacakmış gibi bir eliyle göğüs kemiğini, ötekinin üstüyle omurgasını tutuyordu, hayır, yalnızca anı bunlar, tufandan önceki son kaçamaklar. Hiç kimsenin bulunmadığı, hiçbir şeyin olup bitmediği burada neler olup bitiyor bir bakalım şimdi, bir şeyler olmasını, birinin gelmesini sağlayalım, sonra bir son verelim buna, sessizlik olsun, sessizliğin benim yaşam ve ölümlerimin seslerinden başka bir gürültünün içine doğru yol alalım, öykümün içine girelim, çıkmak için girelim, hayır, hiçbir anlam taşımıyor bu söylediklerim.
Sonunda benim diyebileceğim, kendime layık zehirler hazırlayabileceğim bir kafaya, ve yollara düşmek için bacaklara sahip olacak mıyım, oraya ulaşacağım sonunda, gidebileceğim sonunda, tüm istediğim bu işte, hayır, elimden gelmiyor bir şey istemek. Yalnızca bir kafa, iki de bacak, hayır, ortada bir bacak, zıplaya zıplaya giderdim. Ya da yalnızca yusyuvarlak ve dümdüz kafa yeterli olurdu, yüz çizgilerine gerek yoktu, arı gibi bir usa indirgenip, yokuşların eğilimlerine uyarak yuvarlanıp giderdim, hayır, bu da olmayacak, her şey yükselti halinde burada, bacak ya da eşdeğerde bir şey gerekiyor burada, kasılıp büzülebilen birkaç halka örneğin, böylece uzağa gidilebilirdi. Duggan’ın dükkanının kapısından, yağmurlu ve güneşli bir bahar günü, akşama çıkıp çıkmayacağını bilmeden yola koyulmak, bir terslik mi var burada?
Çok kolay olurdu. Kalabalığın, çemberlerin ve balonların arasında, bu beden ya da başka bir bedende, dost bir kolun tuttuğu bu kolda, kolsuz, elsiz ve bu titreyen ruhların içinde ruhsuz bu elde gömülü saklı olmak, ne terslik var burada? Bilmiyorum, buradayım ben, tüm bildiğim bu, ve hala ben değilim o, işte düzenlemenin burada yapılması gerekiyor. Göze görünen bir beden yok, ölmenin olanağı da. Bırak tüm bunları, tüm bunları sözcüklerinin hangi anlama geldiğini hiç bilmeden, bırakmak istemek tüm bunları, çabuk söyledik, çabuk bitirdik, boşuna oldu, hiçbir şey kımıldamadı yerinden, kimse konuşmadı. Hiçbir şey olmayacak burada, hiç kimse gelmeyecek buraya uzun süre. Gidişler, öyküler, yarın hiç düşünülmedi. Ve sesler (nereden gelirse gelsinler) bir yaşamdan yoksun."

5 Haziran 2011 Pazar

Ben ne dediğimi biliyor muyum? (4)



BÜTÜN MÜMKÜNLERİN DALGAKIRANINDA

Çok yorgunum beni bekleme kaptan
çınarlı kubbeli mavi bir liman
beni o limana çıkaramazsın...


Yarının sıcağı gecenin koynunda. Gündüzün poyrazı kimbilir hangi çöplükte dolanıyor. Karşıda şehir hala orospu orospu bakıyor. Tekneyi ben değil deniz kullanıyor, sanki gitmek istediğim yeri biliyor. Kasabada bir bahçede duran sandal geliyor aklıma. Dünyanın en büyük hüznünü tarif ediyor. “Bahçedeki sandal olma sakın emi” diye tembihliyorum kendime.
Kasabamla şehrin neredeyse ortasındaki dalgakırana varıyorum. Güzelcene park ediyorum. Bir an önce üstümdekilerden kurtulup suya bırakıyorum kendimi. Gece yüzüşünde dolunayın eşliğinde. Dalıyorum çıkıyorum, karabatak, dalıyorum çıkıyorum yosunlar, dalıyorum çıkıyorum bir kule, büyük tekneler şilepler uzakta. Deniz seviyesinin tadı, periskop gibi kafam. Şu bina gereksiz ,baaaamm... Şurası fazla çirkin ateşşş....

Sırtımı günün sıcağıyla ısısı kıvamını bulmuş dalgakıranın betonuna yaslayıp sigarımı yakıyorum. Şaraba devam. Br yanıyla ürkütücü. Yanı başımda martı ve karabatak ailesi. Çimmek çok iyi geldi diyorum. Bütün gece kafamı boşaltabileceğim için mutluyum. Mutluluk da değil. Zihinsel ve fiziksel olarak bir şeylerin tam ortasında. Dudağım sarkıyor. Neredeyse birazdan salyalar akacak kadar durgunum. Suyla beton zemin birbirine karışıyor. Şarap şişesini ağzıma götürdüğümün, sigara dumanını üflediğimin bile farkında olmadan. Şehrin ve kasabanın ışıkları kaleydeskoptan geçerek çoklu ve çiçekli hallere bürünüyor. Hiçbir şey hiçbir şeye benzemiyor. Ama koyu lacivert gibi bir şeyleri kestirebiliyorum. “Keşke o da burada olsa” diyebiliyorum, zihnimin giderek bedenimden bağımsızlığını ilan eden son çabasıyla. Elim kolum hafiflemiş bedenime ağır geliyor. Dalıyorum....

Akşam güneşini yakalamalıyım. Sigaram yok ama. Hah şurada biri oturuyor, sigara içiyor. Bi tane isterim. “Merhaba fazla sigaran var mı?”
Yüzüme bile bakmadan paketi uzatıyor. Genç bir kadın. Belli belirsiz bir şeyler mırıldanıyor. Aynı büyük kayanın üzerinde aynı yöne bakıyoruz. Boşlukta sallanan ayaklarımız haniyse suya değecek.
Böyle olmamalıydı, böyle olmamalıydı”
Aynı anda aynı laflar çıkıyor ağzımızdan. Şaşırıyorum ama umrumda değil ben buraya rahatlamaya geldim.
Neden yaa, neden yaaa?” Yine aynı şey oluyor. Bu sefer dönüp sinirli bir ifadeyle bakıyor. Cepheden yüzünü bikaç saniye ilk defa görüyorum. Yüzünü görüşümle aynı şeyleri sayıklamanın yarattığı şaşkınlık yüzle çarpılıyor.
Sevdiğim bir romanda fırlamış gibi. Ama acayip gerçek.

En iyisi gitmek. De nereye? En iyisi gitmek. De nereye?” Bu sefer ikimiz birden birbirimize dönüyoruz. Sesini duyuyorum.
Manyak mısın sen?”
Ne?”
Benim laflarımı niye tekrarlıyorsun?”
Senin lafların mı?” sinirden basıyorum kahkahayı.
Sus, sus.” yine aynı anda. Tesadüfleri sevmiyorum. Teadüflere bırakmanın ekonomi politiği, satılık romantizmi, kandırıkçı hep bir yerlerimize giren tonu...
Onlar benim de laflarım olabilir. Sana ne? Hem aynı anda çıktığını duymuyor musun? Ayrıca ben sorayim, neden benim laflarımı tekrarlıyorsun?”
Kaçık mısın nesin?” diyip beni itiyor. Ben de onu. Kayaların üzerinde kavga başlıyor. Tahminimden güçlü. Düşüyoruz, yuvarlanıp denize varıyoruz. Bata çıka bir kavga. İkimizin de bir yerleri kanıyor.
Suda yorgun düşmüş bir şekilde demin birbirinin boğazını sıkan eller suyun bikaç karış üstünde parmaklarla birbirine kenetlenmiş halde kalıyor. Son gücümle onu kendime çekiyorum. Öpüşmeye başlıyoruz. Şimdi suda başka türlü 0 ağırlıkla dolanıyoruz birbirimize. Gürültülü bir kahkaha patlatıyoruz. Kayaya çıkıyoruz. Güneş battı batacak.
Sırt üstü iki beden, kollar kafaların altında kuru ıslak gökyüzüne bakıyoruz. Tek kelime etmeden. Sonra orada değil de bir kamerayla onlara birkaç metre yukarıdan bakıyorum. Öyle bakınca deniz, kaya üstündeki çıplak iki bedeni kasabanın ve şehrin en özgür bedenleri ilan ediyorum, bizi, onları...

Gözüme vuran ışıkla ve sabahın nemi üzerimde uyanıyorum. Kalan şarap dökülmüş. Çok iyi hissediyorum. Yeni gibi. Rüyamda onu görmenin keyfi üzerimde.
Önce tekneyi bırakacağım sonra mahalleme döneceğim. Ayaklanıyorum. İlk adımımda sanki bişey şırınga edilmiş gücümü hissediyorum. Hem daha gidip bahçedeki dut ağacını sallıycam.
Burnum akıyor. Çok yüzdüm diyorum. Burnumu koluma siliyorum. Teknenin halatını çözerken gözüm takılıyor. Kolumda parlıyor. Mavi bir şey. Parmağımı akan burnuma değdiriyorum. Parmağım mavi. Tekneyi çalıştırıp yola koyuluyorum. Mavi bir sıvı akıyor burnumdan. “Gerçekmiş.” Özgürlüğün, “eee şimdi ne olacak?” hali gibi ürkünç ve aynı anda mutluluk dolu.
Yeni bir şarkı dokunuyor dilime..

Gün doğmadan deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola...
Ağları silkeledikçe deniz gelecek eline pul puuulll...
Birdenbire kıyamettir kopacak ufuklarda...
deniz kızları mı dersin, kuşlar mı dersin,
bayramlar seyranlar mı dersin...

SON

1 Haziran 2011 Çarşamba

Ben ne dediğimi biliyor muyum? (3)





AMA NE YAPACAĞIMI BİLİYORUM

Yeni şarkı yolda biraz daha yürümemi sağlıyor. Bugün işe gitmedim. Yarın da galiba gitmeyeceğim. Öğle rakısının çökeltisi nöronlarıma oturmuş durumda. Kasabanın çarşısı ve sokakları güneyle kuzey arasındaki farkın giderek azaldığını gösteriyor. Çöpleri dışarı atan teyzeler amcalar, öğrenciler. Zengin kasabalaıların hızla dış kasabaya göç ettiklerini, geriye sadece birazparalılar, kıtkanaatleri bıraktığı ortada. Kıtkanaatler garip bir tür. Mahallemdekiler gibiler.
Ama öbür kaşarlar bir gün mahalleme de gelecekler biliyorum. Orayı da değştirecekler. Biraz dışarıda ve korunaklı diye ağızlarını sulandırdığına adım gibi eminim.

Nolur tanıdık görmeyeyim. "Hah, bilmem neabi ve abla. Oh geçip gittiler.” Şu vapurdaki kız değil mi?” “Aa kavgacı o çocuk büyümüş de takım elbise giyiyor.”
Şehrin ışıkları hala bir takım aralardan göz kırpıyor. Kırmızı ojeli tırnakları ve rastgele yırtılmış kıyafetiyle çağırıyor.
“Aahh.” “Nooldu?” “Tırnağın battı hayvan.” Şehri de savuşturdum aferin bana. Şimdi 5-10 dakika da olsa bir tek ona katlanabilirim.
Amaçlar koyup götünü kaldırmayanlarla dolu ortalık. Kimse kırılmasın diye verilen sözler, gerçek olmayan kavgalar. Gerçek bir kavga istiyorum diyorum. Çocukken sanki dışarıda yeterince oynanmamış gibiyim. “Yok lan sürekli oynadım.” Bu başka birşey. Bir aşama, eşik belki. Avutuyorum kendimi. Belki tam da kapana sıkıştığım yer. Birşeylere inanıyorum. Başka dünyaya diyen tanıdııklarımın çoğunun amaçlarının görkeminin altında bilerek ve bilmeden' kaldıklarını gördükçe küçülüyorum.
Eskiden bir zamanlar kardeşimle ilk gençliğimizde televizyonda açıklama yapan kocagöğüslü kadınların, jölelisaçlıadamların ya da herhangi bir gerizekalının adına utanıp, televizyonun önünden kaçtığımız, kumanda olmadığı için “yaaaa” diyip, koşarak televizyonlu odayı terk ettimiz günler gibi. Belki de bu iyi birşey diyorum.
Çirkinhavuza gitmekten vazgeçiyorum. “Başka birşey yapmalıyım.” Ne dediğimi bilmiyorum ama ne yapacağımı biliyorum galiba. Biliyorum, yaklaşık 800 adım sonra deniz kenarındayım.
Midem ağrıyor. Yutkunmakta zorlanıyorum. Bilim kurgu filmlerini aratmayacak çalıştığım binanın derin beyazlığı, tuhaf metalleri, çarşıda koca lokmaları hüpleten yerli ama turistinsanlar, hep buralı ama her yeni akşamı, sürprizlerle doluymuş gibi karşılayanlar, referanslarıyla performansları arası geniş açılılar... Başım dönüyor. Gözüm birşey görmüyor.

Bir güzelşişelişarap.”
Çıkma ekmek var mı?”
Bu kadar.”

400-300... Denizin olduğu yerdeyim. “Bekle. Birazdan gelecek eminim.” Aradığım sessizlik. Köpek değilim ama duyabileceğim eşikteki bir desibelle eğlencenin, sirenlerin, 4-5 ayrı melodinin, polis telsizlerinin ve havlamaların karışık uğultusu. Şaraba başladım bile. “Hadi be abi gel artık. Umarım uzaktan geçmez.”
Hafifte olsa sessizlik yüzleşme getiriyor hep. Bu iyi ama. Boşlukları dolduralım hayatımı, arka sıralara doğru ilerlemeyi, baştan sona sanki kaderini çizenlere istesen de yeterince müdahale edememeyi düşünüyorum. "Doğrusal hayat doğrusal hayat! Salağım ama sepet değilim."
“Denedin ama.” “Denedim bazen yine deniyorum ama bu ne amına koyiim.” “Bir maviyi, mavi düşlemeyi bu kadar mı bilmezler? Yasak mı geldi bu renge?”
Sakin ol. Şimdi maviliğin ortası senin olacak. Motorun sesiyle diğeliyorum. Bağırmamı duyuyor ve yanaşıyor. Hiç buralı değil. Kasabanın sadece denizini kullanıyor. Yalvarıyorum ve tekneyi bana bırakması için onu ikna ediyorum.
“Sabah biraz çimdikten sonra yerine bırakırım. Söz valla” diyorum. Yufkayürekli, denizçiziğiizliveyüzlü abim ikna oluyor.
Dikkat et ama.”
Evellallah sen bana bırak.”
Motorur çalıştırıyorum. Biraz açılmamaın ardından bağırıyor.
Yarın işin yok mu oğlum senin.”
El kol hareketleriyle görebileceği kadar duyduğum halde duyamadığım anlatıyorum. Yeni bir şarkı karışıyor aklıma. Deniz ve ben utanmadan bas bas söylüyorum:

çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
çınarlı, kubbeli, mavi bir liman
beni o limana çıkaramazsın...

SÜRECEK