20 Ağustos 2011 Cumartesi

hayatımı yazsam 90'lık kaset olur!!!


  • Plaklarımı düzenliyorum.
  • Alfabetik mi?
  • Hayır.
  • Kronolojik?
  • Hayır. Otobiyografik...


Hepimiz kendi kitabımızı yazıyoruz. Kendi filmlerimizi çekiyoruz. Bazen laf kalabalıkları ve gereksiz sahnelerle. Bir de bu kitaba ya da filme etrafımızdaki seslerden ve melodilerden oluşan bir tür 'müzik' de eşlik ediyor. Yukarıdaki diyalogların geçtiği High Fidelity filmi (bkz. Ölümüne SADAKAT romanı – Nick Hornby-SEL yayınları) bunu bir yanıyla çok güzel anlatıyor. Tabi gerçek müzikler eşliğinde. Aşağıda karışık bir kaset tadında otobiyografik listemi sunuyorum. Hayatım 'eski şartlarda 90'lık' karışık bir kaset gibi. (yazsam roman olmaz o ayrı)
İyi dinlemeler. Siz de yapın çok keyifli. Aslında biraz da yorucu. Seçim yapmak çok zor çünkü.























































































12 Ağustos 2011 Cuma

onca yoksulluk varken...

 
Bizde kitapları henüz son birkaç yıldır çevrilip hatırlanan bir Alman sosyolg var: George Simmel. Bu yüzyılın başlarında kaleme aldığı The Poor adlı makalesinde: "Yoksulluk biraz da onlara yardım edildiğinde oluşan bir kategordir" der.
Bu açıklama yoksulluk gerçekliğini değiştirmez ama bence çok yerinde bir tespit. Yukarıdaki fotoda yer alan zat-ı muhteremi hepimiz tanıyoruz. Yıllarca televizyonda 'yoksulluk pornografisi' yapan bir programın sunucusuydu. Knedisini, izleyenlerde 'ikili bir şükür' (“bak bizden de kötüleri var.” - bu bile tek başına yoksul bırakanlara karşı öfkeyi engeller) (“ya allah razı olsun yardım ediyorlar...”- derneğin ağlarını güçlendirir) duygusu yaratan o malum program ya da şimdilerde hak ettiği ilgiyi görmese de, gösterilmese de, geçiştirilse de yolsuzlukla anılan deniz feneri derneğinden biliyoruz.
Onun o pornografik program sırasında bu denli ağladığını hatırlamıyorum ama yıllarca 'onca yoksulluk varken'in (Romain Gary'nin ne de güzel kitabıdır) üzerinden para kazanan biri olduğu aşikâr. Tam da Simmel'in belirttiği gibi yani. Yardım dağıtılan yoksulların nasıl seçildiği bu yardımı nasıl ve neye göre hak ettikleriyse ayrı bir tartışma.

VİCADANA ATILAN PANDİK Mİ YOKSA?
Fotoğrafta sunucunun serbest kaldığını öğrendiği andaki sevinç ve gurur zırlaması açıkça görülüyor. Beyninin artık kullanılmayan vicdan bölümünden pandik alınması nedeniyle yaşanan şok sonrası tepki... Ya da her an pis bir sırıtışa dönebilecek cibiliyetsiz bir kişiliğin 'temizim' şovu. Davayla ilgili serbest kalışı bence vicdan + bilinçlerimizde onu temize çıkarmamalı. Neden mi?
Varolan onca yoksulluğa çözüm yolu olarak sadaka, yardım, hediye (hediye verenin ve yardım edenin ruhsal sağıltım duygusu yaşaması ayrı bir tartışma) gibi şeyleri görmek ve de bunu meşrulaştırmak birinci suç zaten. Bunu ağlamaklı ve şiirsel bir ses tonuyla para karşılığı pazarlamak da öyle.

SOSYAL DEVLET SADECE BİR RENK DEĞİLDİR!
Öncelikle şimdi bahsedildiğinde  - özellikle de son 10-15 yıldır - gri rengiyle anılan 'sosyal devlet' kavramını konuşmak lazım. Devletlerin sosyal politikalarını uyguladıkları refah rejimleri sadece biz de değil tüm dünyada eksen kaymasına uğruyor. Biz de öteden beri gelen muhafazakar – cemaatçi refah rejimi ise yaklaşık 15-20 yıldır zaten sosyal devletin yerine ikame edilmiş durumda. Dünya kapitalizminin bakanlar kurulu gibi çalışan Dünya Bankası IMF ve Dünya Ticaret Örgütü'nün salık verdiği Türkçe'ye yönetişim diye çevirilen 'governance' adlı yeni yönetme biçimi de zaten bunu öngörüyor. Mümkün olduğunca küçük bir devlet ve problemleri sivil toplum örgütleriyle devletin beraber çözmesi. (heeyy ne güzeeeelll efekti burada...)
Biz de Deniz Feneri gibi dernekler bununla tam da örtüşüyor. Zaten muhafazakar -cemaatçi bir ideolojik arkaplana sahip. Bir de iş yoksullara yardım etmek olunca tadından yenmiyor. Müthiş bir ağ kurulabiliyor. Normalde burjuva demokrasilerinde bile basit bir vatandaşlık hakkı olan hatta evrensel insan hakları beyannamelerinde yine başta gelen barınma beslenme gibi haklar, müthiş kaynaklara sahip bir takım derneklerin elinde iktidarın devamı ve hatta sağlamlığı ve garantisi adına kullanılıyor.

ÇOK DUYGUSALIZ LAN BİZ!!!
Yoksulluk demişken Somali hakkında da birkaç çift kelam etmek isterim.Ülkede açlık içindeki insanların ve özellikle çocukların boy boy fotoğrafıyla başka bir pornografi daha sergileniyor. Türkiye'de de mevzuya ilgi büyük. - Topluluk olarak fazla duygusalız ya ondan. - Yok yok öyle. - Üstelik yardım kampanyalarının başında da yukarıda Türkiye'de bu işlere bakan tayfa çekiyor. - Biz ki o kadar duygusal ve insanız ki... - ne demek efendim??... - Yardım elimizi oralara da uzatırız. İyilik gemimizi yolladık bile...  -Yok kardeşim yetmez.. - Ne? Başbakanımızı da yollayalım.. - Aaa.. Yola çıkmış bile. Ne adam ama. Allah başımızdan hatta dünyanın başından eksik etmesin...  

ADAM YILLAR ÖNCE DEMİŞTİ
Tam "neredeler yaww" derken, şarkıcılar yine ortaya çıktı. "We are the world" tadında birşeyler yapmaya hazırlanıyorlar. Amma velakin bu meselenin "biz dünyayız" kelamlarıyla çözlemeyeceği gün gibi aşikâr. Hayır işte. Siz dünyaydınız onlar uzaylı. Somali denildiğinde “ya ben bu ülke hakkında ne biliyorum ne okudum" diye kendime sorduğumda, aklımda kalan küçük kırınıtın peşine düştüm ve küçük kitaplığımda bundan 10 küsür yıl önce okuduğum Yoksulluğun Küreselleşmesi kitabına ulaştım. Yazarı Michel Chossudovsky. Vicdanı sağlam bir bilim insanı. Kötü hafızama önce güvenemedim ama kitabın sayfalarını karıştırdığımd,a doğru hatırladığımı anladım.
Chossudovsky kuralıklara rağmen 1970'li yıllara kadar Somali'nin gıda üretiminde kendine yeterli bir ülke olduğunu gözler önüne seriyor. Somali’de ki tarımın IMF ve Dünya Bankası'ın dayatmalarıyla daha moda deyimle söylersek 'yapısal uyum paketleri'yle tarımın nasıl bitme noktasına getirildiğini, ülkedeki özelleştirmelerin ekonomik istikrarı nasıl bozduğunu ve sonrasında 1991'de gelen iç savaştan ve yaklaşan açlıktan bahsediyor.

OLMADI ÇİTİLERİZ!!
Ama şimdi bir bakıyoruz ki Somali örneğinde bile yoksullara yardım etmekten para kazanan yeni bir sektör 'yardım kuruluşu' sektörü doğdu bile. Batı kendi yarattığı ve dayattığı açlık için şimdi vicdanını çitiliyor. Ama yetmez işte. Ne sürdürülebilir kalkınma yaması, ne yardım kampanyaları, ne kara kaşlar hatta kara gözler için istenen demokrasiler, ne bir zamanlar bir arada yaşadıkları gerçeği untturularak ve unutularak yürütülen etnik milliyetçilik temelli siyasetlerin çarptığı yerler...
Tam da havadaki isyan kokusunun, sonuçları itibariyleegemenlerin işine yarayacak durumdan çıkarabileceğimiz tuhaf zamanlar bunlar. Belki biraz başlangıç için az bilinçli, zamanının ruhunu yeni yeni keşfeden ve ezen ezilen amnetüsünü unutmadan bu ruha ruhuna uyum gösterme kabiliyetini artırarak isyan edilebilecek zamanlar... 19. yüzyılın sonuna fena benzeyen zamanlar...

İYİLİKSEVERDEN UZAK DUR!
Deniz Feneri ve Somali'de konu olan yoksulların ve açların laneti onları yaratanların üzerinde olmalı hep. Öfkeleri bilenmeli. Gözyaşlarına kanmamalı ve gerçek suçluları teşhir etmeli... Biz dünyayız, yok elhamdülillah müslümanız söylemlerine, özellikle de sevgi, dostluk, iyilikseverlik gibi laflara inanmamalılar.
Tabi bunu onlara anlatan ya da onlar için anlatan ve teşhir eden insanlar lazım bunun için. Olan biteni, sadece acıyarak, görüntüler ve fotoğrafların beyinlerimizde kalan son sinir hücrelerinde yaptığı uyarımları, vicdan ya da doğru bilinç sayanlardan da olmayalım. Dünya ve Türkiye'deki gelir adaletsizliğini her fırsatta yüzlere vurmak ve artık geri dönmemecesine haykırmak gerekiyor : Ya galiba kapitalizm öldürüyor...

Kısa ve orta vadeli çözümler üretmeye hayır demek anlamına da gelmiyor bu dediklerim. 
Yukarıdaki sunucu parçası gibiler işin çok küçük parçası. Ama bana kalırsa fotoğrafın arabı bu çarkın bir yerinden çözülmeye başlayacağının da ufak bir göstergesi.
Çok mu umutluyum. Hayır. 
Ama haklıyım.

7 Ağustos 2011 Pazar

müzik bazen tehlikelidir!





Gönül şimdi gerçek bir ağustos böceği olmayı isterdi. Müziğin tehlikeli gücü devreye girebilir burada. Öyleymiş zannetmemizi sağlayabilir.  Yani bir sürü miş gibiye olduğu gibi.. Dünyada sanki hiç savaş yokmuş, seviyormuşsunuz, hatta abartıp seviliyormuşsunuz ya da karnınz tok sırtınız pek yanılsaması yaşayabilirsiniz... Kendinizi bir fil gibi ya da fare gibi hissedebilirsiniz. Gaza gelebilirsiniz......
Tabii bu gerçeklik, bazen ağustos böceği olma hakkımızı elmizden alamaz. O kafayı abartmadan en azından sanki bol boş vaktimiz varmış ve her şey yolundaymış sanmamıza yol açabilecek bir demet şarkı iyi gelebilir.











1 Ağustos 2011 Pazartesi

'Hâlâ yağmur yağacak...'

Sevenleri, meraklısı bilir. Büyük Saat, Turgut Uyar'ın toplu şiirlerinin yer aldığı kitabın adı. Adı Büyük Saat diye Uyar'ın şiirlerini blog'a koymak pek doğru gelmiyor. Belki bazen küçük alıntılar yapılabilir. Ama öykücüğümüzün en nev-i şahsına münhasır kalemlerinden ve isimlerinden Vüs'at O. Bener'in Turgut Uyar'ın anısına yazdığı Siyah beyaz adlı kısa hikâyeyi es geçemezdim. Üşenmedim buraya yazdım. Bu kısa hikâyede Bener, kendi dilini Turgut Uyar'ınkiyle deyim yerindeyse çiftleştirmiş. Sonuç mu? Bana kalırsa harika. Bir de siz bakın bakalım.

             Siyah – beyaz / Vüs'at O. Bener
                                                                                                                          
          Turgut Uyar'ın anısına...


Yürüyen kaldırımda duruyorum. Renk körlüğü mü başladı, okumuş muydum, uyduruyor muyum, köpekler siyah-beyaz görünmüş güya nesneleri, köpekleştim mi yoksa? Kuşkuya düştüğümü şimdi düşünüyorum. Her şey siyah-beyaz: Kıpkırmızı olması gereken- neden? - bakara gülleri, yemyeşil olması gereken – niçin – çimenler, bordo olması gereken – niye? -spor arabasından mutlu çift gülücüklerini sergileyen reklam panoları... Bilinmeze götürüldüklerinden habersiz görünen soyunuk, ne erkek, ne dişi insanlar da duruyor, sırtları birbirlerine dönük, nereye baktıkları belli değil. Gökyüzü kapkara. Sağanak yağmur öncesi. Ben giyiniğim, ama titriyorum. Daha yürüyen yollara sıra gelmedi anlaşılan. Çift katlı otobüslerden biri önümde yavaşladı. Pencereleri tozlu. Durdu galiba. O mu, kaldırım mı? Hep aynı hizadayız. Düz mantık gereği ne o, ne kaldrım öyleyse. Arka sıralardan bir pencerenin camı açık. Bu ben'miyim? Bri kürek kemiklerimin arasına sokulu anahtarı çevirmeye başladı, sol kolum-belki de sağ-kırık kırık kalkıyor. 'Ben'de beni görmüş olmalı, başını çıkardı pencereden-dev balyozlar pamuk yığınlarına dalıp çıkıyor, çıt yok, dudaklarının kıpırdanışını izliyorum 'ben'in, “buluşalım” demeye mi getiriyor? Sanırım. Ama nasıl, nerede, kaç yüzyıl sonra? İçimdeki gramofon-His Master's Voice- habire baştan çalıyor cızırtılı plağı: Saçmalama. Benimle mi ilgili bu uyarı? Sinirlenmemeliyim, oysa unutmuş olmalıyım öfkeyi. 'Ben' konuşmayı sürdürüyor gibi. Sözcüklerin tek tek karşılıklarını bilmenin anlamsılığını, birleştirildiklerinde bile anlam kazanamayabileceklerini anlamaktan uzağım. Zorla belleğini, anımsa kendini! Sabredin, buluşabilirsiniz. Hiç de inandırıcı değil artık, umut yok. Belki bir an duraklarsa itici güç, o andan yararlanabilirsek, yineleyebiliriz kesintiye uğrayan zamanı. Zaman kesintiye uğramaz, yinelenmez.
O çok bilmişin duyamadığım sesi bilgisayar ekranına yansımaya başladı. Birden duyumsadım, okuyabildiğim, anlayabildiğim şaşkınlığı, gülünç savı yansımış olmalı gözlerime. Tansiyon ilacı mı damlatmış mıydım? Çoğun savsaklıyorum da... Sorular, sözde yanıtlar sıralanıyordu ekranda; sormadığım halde. Geç kaldın. Yoksadığın zaman seninle oynar, sen onunla oynamayı başaramazsan. Yenik düştüm öyleyse. Yenik düşmeyi yeğlersen, yenilirsin. Bilinç sana özgü. İlk vuran kazanır. Kazanmak aklımdan geçmedi. Yanıt aramadın. Arayamadım, fırsat bulamadım, doğrulardan nefret ettim. Yanlışları mı irdeledin sadece. Belki. Peki nedir sence yanlış? Güçlü olduğu varsayılan zaman kavramından korkmak. Onun için mi üstüne yürüdün? Bilerek diyemem, genlerimin işi. Beni neden suçluyorsun öyleyse? Yalnız sen mi? Suçlanabileicek her şeyi, özellikle siyah-beyazı; suçlamak sorgulamayı getirir ardından. Tersi de düşünülebilir bence. Aferin! O da olabilir. Aklanmayı beklemezsen.
Boşaldı ekran. Düz bir çizgi akıp gidiyordu. Durmuş olmalıydı yüreğim. Son bir çırpınışla ağzımı açtım, bağıramadım:
BEKLEMEDİM. YENİLMEKTEN KORKMADIĞIMI SANDIM. YENİLDİM.
Hâlâ yağmur yağacak.