5 Haziran 2011 Pazar

Ben ne dediğimi biliyor muyum? (4)



BÜTÜN MÜMKÜNLERİN DALGAKIRANINDA

Çok yorgunum beni bekleme kaptan
çınarlı kubbeli mavi bir liman
beni o limana çıkaramazsın...


Yarının sıcağı gecenin koynunda. Gündüzün poyrazı kimbilir hangi çöplükte dolanıyor. Karşıda şehir hala orospu orospu bakıyor. Tekneyi ben değil deniz kullanıyor, sanki gitmek istediğim yeri biliyor. Kasabada bir bahçede duran sandal geliyor aklıma. Dünyanın en büyük hüznünü tarif ediyor. “Bahçedeki sandal olma sakın emi” diye tembihliyorum kendime.
Kasabamla şehrin neredeyse ortasındaki dalgakırana varıyorum. Güzelcene park ediyorum. Bir an önce üstümdekilerden kurtulup suya bırakıyorum kendimi. Gece yüzüşünde dolunayın eşliğinde. Dalıyorum çıkıyorum, karabatak, dalıyorum çıkıyorum yosunlar, dalıyorum çıkıyorum bir kule, büyük tekneler şilepler uzakta. Deniz seviyesinin tadı, periskop gibi kafam. Şu bina gereksiz ,baaaamm... Şurası fazla çirkin ateşşş....

Sırtımı günün sıcağıyla ısısı kıvamını bulmuş dalgakıranın betonuna yaslayıp sigarımı yakıyorum. Şaraba devam. Br yanıyla ürkütücü. Yanı başımda martı ve karabatak ailesi. Çimmek çok iyi geldi diyorum. Bütün gece kafamı boşaltabileceğim için mutluyum. Mutluluk da değil. Zihinsel ve fiziksel olarak bir şeylerin tam ortasında. Dudağım sarkıyor. Neredeyse birazdan salyalar akacak kadar durgunum. Suyla beton zemin birbirine karışıyor. Şarap şişesini ağzıma götürdüğümün, sigara dumanını üflediğimin bile farkında olmadan. Şehrin ve kasabanın ışıkları kaleydeskoptan geçerek çoklu ve çiçekli hallere bürünüyor. Hiçbir şey hiçbir şeye benzemiyor. Ama koyu lacivert gibi bir şeyleri kestirebiliyorum. “Keşke o da burada olsa” diyebiliyorum, zihnimin giderek bedenimden bağımsızlığını ilan eden son çabasıyla. Elim kolum hafiflemiş bedenime ağır geliyor. Dalıyorum....

Akşam güneşini yakalamalıyım. Sigaram yok ama. Hah şurada biri oturuyor, sigara içiyor. Bi tane isterim. “Merhaba fazla sigaran var mı?”
Yüzüme bile bakmadan paketi uzatıyor. Genç bir kadın. Belli belirsiz bir şeyler mırıldanıyor. Aynı büyük kayanın üzerinde aynı yöne bakıyoruz. Boşlukta sallanan ayaklarımız haniyse suya değecek.
Böyle olmamalıydı, böyle olmamalıydı”
Aynı anda aynı laflar çıkıyor ağzımızdan. Şaşırıyorum ama umrumda değil ben buraya rahatlamaya geldim.
Neden yaa, neden yaaa?” Yine aynı şey oluyor. Bu sefer dönüp sinirli bir ifadeyle bakıyor. Cepheden yüzünü bikaç saniye ilk defa görüyorum. Yüzünü görüşümle aynı şeyleri sayıklamanın yarattığı şaşkınlık yüzle çarpılıyor.
Sevdiğim bir romanda fırlamış gibi. Ama acayip gerçek.

En iyisi gitmek. De nereye? En iyisi gitmek. De nereye?” Bu sefer ikimiz birden birbirimize dönüyoruz. Sesini duyuyorum.
Manyak mısın sen?”
Ne?”
Benim laflarımı niye tekrarlıyorsun?”
Senin lafların mı?” sinirden basıyorum kahkahayı.
Sus, sus.” yine aynı anda. Tesadüfleri sevmiyorum. Teadüflere bırakmanın ekonomi politiği, satılık romantizmi, kandırıkçı hep bir yerlerimize giren tonu...
Onlar benim de laflarım olabilir. Sana ne? Hem aynı anda çıktığını duymuyor musun? Ayrıca ben sorayim, neden benim laflarımı tekrarlıyorsun?”
Kaçık mısın nesin?” diyip beni itiyor. Ben de onu. Kayaların üzerinde kavga başlıyor. Tahminimden güçlü. Düşüyoruz, yuvarlanıp denize varıyoruz. Bata çıka bir kavga. İkimizin de bir yerleri kanıyor.
Suda yorgun düşmüş bir şekilde demin birbirinin boğazını sıkan eller suyun bikaç karış üstünde parmaklarla birbirine kenetlenmiş halde kalıyor. Son gücümle onu kendime çekiyorum. Öpüşmeye başlıyoruz. Şimdi suda başka türlü 0 ağırlıkla dolanıyoruz birbirimize. Gürültülü bir kahkaha patlatıyoruz. Kayaya çıkıyoruz. Güneş battı batacak.
Sırt üstü iki beden, kollar kafaların altında kuru ıslak gökyüzüne bakıyoruz. Tek kelime etmeden. Sonra orada değil de bir kamerayla onlara birkaç metre yukarıdan bakıyorum. Öyle bakınca deniz, kaya üstündeki çıplak iki bedeni kasabanın ve şehrin en özgür bedenleri ilan ediyorum, bizi, onları...

Gözüme vuran ışıkla ve sabahın nemi üzerimde uyanıyorum. Kalan şarap dökülmüş. Çok iyi hissediyorum. Yeni gibi. Rüyamda onu görmenin keyfi üzerimde.
Önce tekneyi bırakacağım sonra mahalleme döneceğim. Ayaklanıyorum. İlk adımımda sanki bişey şırınga edilmiş gücümü hissediyorum. Hem daha gidip bahçedeki dut ağacını sallıycam.
Burnum akıyor. Çok yüzdüm diyorum. Burnumu koluma siliyorum. Teknenin halatını çözerken gözüm takılıyor. Kolumda parlıyor. Mavi bir şey. Parmağımı akan burnuma değdiriyorum. Parmağım mavi. Tekneyi çalıştırıp yola koyuluyorum. Mavi bir sıvı akıyor burnumdan. “Gerçekmiş.” Özgürlüğün, “eee şimdi ne olacak?” hali gibi ürkünç ve aynı anda mutluluk dolu.
Yeni bir şarkı dokunuyor dilime..

Gün doğmadan deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola...
Ağları silkeledikçe deniz gelecek eline pul puuulll...
Birdenbire kıyamettir kopacak ufuklarda...
deniz kızları mı dersin, kuşlar mı dersin,
bayramlar seyranlar mı dersin...

SON

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder