daha önce burada yayınlanmış uyduruk bir metnin yeniden yazılmaya çalışılmış ve kısaltılmış hali. oldu oldu, olmadı çay demleriz... :)
SARI
BİRA
"Muraaatttt....”
Günlerdir
nemli yastığa eşlik eden uyandırma sesi buydu işte. Sokakta yine
adaşım veleti seviyorlardı. Bodrum katındaki evimizde, yerin
altında yaşayan tuhaf bir yaratık gibi hissediyordum. “Nemli
yastık, düdüklünün tıslaması, nohutun kokusu.” Şeyleri
adlarıyla çağırdım.
“Muraaattt...”
sesiyle yeniden irkildim. Anam da gözünde giderek şeyleştiğimi
ispatlar bir tonda sesleniyordu artık. Çok önceleri bu saatte
uyanmak için nelerimi vermezdim. Terse işleyen günün saatleriyle
nemli ev bir olup, oramı buramı sızlatıyordu. Anam da benim
ritmime ayak uydurmuş, hatta her daim ayakta gibiydi. Bu kadın ne
zaman uyuyordu? Yüzünde, anneannesinden miras erken
kırışıklıklarıyla, ev içinde atom karınca telaşıyla, bazen
ayarını kaçırdığı şefkatiyle bir insan makina haline
dönüşüyordu. Yalanı saniyesinde anlayan, niyeti gören, ama her
daim yeni görevler edinmeye meyilli bir makina. Anlamaya çabalamak
nafileydi. Beraberindeyse tuhaf bir suçluluk duygusu. Söz konusu
olan çocuklarıysa, annelerin ve babaların, vücutlarının bir
yerlerinde amaca yönelik birer çip taşıdıklarından emindim.
Dört yıl önce ölen babamın özlemi bile enerjisini çalamamıştı.
Uyanır uyanmaz tellendirdiğim her sigaraysa benimkinden
alıyordu.
“Murat
oğlum, aç karnına içme şu zıkkımı. Gel bir şeyler
ye.”
Öğlenleri
gün içinde birkaç saat güneş alan küçük salonumuzda, ekrana
giren ışıkla yarı görünmez hale gelen, ama evde sesi her daim
yankılanan televizyonun gürültüsü eşliğinde yapılan geç
kahvaltı saatleriydi. Sese kayıtsız kalamıyordum. Kanalı
değiştirdim. Çoğu önemsiz son dakika uyarılı havadisler havada
uçuşuyordu. Bir kısmı da 10 yıl önce olsa, binlerce genci
sokağa dökecek türdendi.Yağmurda güzel oluyordu
ama.
Üniversitede
okurken birkaç uyuz iş ve sekiz ay cezaevinden sonra, üçteker bir
arabayı nohut, pilav ve didilmiş tavuklarla doldurmak, zevkli
gelmeye başlamıştı. Anam bile bu işe başladıktan birkaç hafta
geçmeden, “Oğlum boşuna mı okudun?” lafını sayıklamayı
bırakmıştı. Ne evdeki kitaplar, ne de arada içkiyi ve sigarayı
abartışım ona fazlalık geliyordu artık. Ya da ben öyle
sanıyordum. Kahvaltı masasındaki üç çeşit reçel, iki çeşit
zeytin ve anamın doğaçlamaları, neredeyse evin en renkli
halleriydi.
Televizyona
eşlik eden kafa sesimi susturup hazırlanmaya başladım. Anam
günlük alışveriş listesini her zamanki gibi elime tutuşturdu ve
balık hafızama güvenmeyip sesli tekrar etti. Pilavı, nohudu ve
didilmiş tavukları üçtekere özenle yerleştirdim. Yol aldıkça
mazgallardan gelen koku, yağmurun habercisiydi. Otobüs kapılarından
sarkan bacakların, kıçların, trafikte sıkışmış arabaların
içindekilerin, işten eve yayan dönen hızlı adımlıların, bir
takım ofislerde belki de bütün gün bağdaş kurmak isteyip de o
şekli bir an önce almak için sabırsızlanan güzel bacakların,
bir de kedilerin çarşı kuytularından yavaşça kafalarını
uzatmalarının şaşmaz vaktiydi. Üçtekeri sabitlediğim yer ise
cehennemdi. Artık saate bile bakmıyordum. Hemen arkamda,
kaldırımın köşesindeki büfede asılı dönerin kalan miktarı,
satış zamanıma az kaldığının kanıtıydı. Rıhtımla evlerin
başladığı yer arasında, eve geri dönüş yolunun kusturacak
kadar yoğun yaşandığı o iğrenç kaldırımda yer tutmak için
az cebelleşmemiştim.. Hırlısı hırsızı, haraççısı... İkna
kabiliyetim devreye girmişti galiba. Zaten kendimi yanlış
insanlara sevdirme konusunda şampiyondum.
Müşterilerimin
çeşitliliğiyse artık şaşırtmaz olmuştu. Avını yerken
korunaklı bir yer arayan, belgesellerdeki vahşi hayvanlar gibi
davranan göbekli amcalardan, bir eliyle plastik tabaktan tıkınıp,
öbürünün hızı yüzünden görülmez hale gelen başparmağıyla
mesaj atabilen genç kadınlara kadar değişen bir çeşitlilikti
bu. Aaa, evet. Evrimin ispatı baş parmaklardı onlar. Eski bir filmde
gördüğüm, otostop çektikçe uzayan başparmaklar gibiydiler.
Dolmaya çalışan dolmuş, ayyaş ayakçı, bazıları bizim
mahallede de gördüğüm karabaş ve insanların sokağa attığı
hayret verecek kadar çok sayıda cins köpek ve ortalarında
gömleğinin eprimiş kollarını bir türlü kıvırmayı
beceremeyen ben. Yok abartmayalım. Sol taraflarında ben, sağda
köpek...
“Neydi,
neydi, neydi?...”
Bazen
yönümü en iyi arkadaşlarım Uğur ve Ali uğradıklarında
hatırlatıyor, “Solda olan sensin lan” diye dalga geçiyorlardı.
Birkaç
saat içinde çoğu gece olduğu gibi müşteri yoğunluğu kıvamını
bulmuştu.
Kıyafetlerin, kitapların, ev eşyalarının, cep
telefonlarının, arabaların, çorbaların ve tatlıların en
çakmalarının cennetinde, insanların tavuk, pilav, nohut ve turşu
karşısında eşitlenmesi hiç de kötü gelmiyordu. Arka sokaktaki
bilmem kaçıncı sınıf müzikholden gelen müziğin eşliği de
manzarayı başka bir hale sokuyordu.
Yağmurun
geleceği belliydi. Üçtekerin lüks lambasının vurduğu arabanın
buğulu camına çiseler doluştu. Birden bastırdı. Köpekler,
yolcular ve tezgahlar kaçıştı. Su göllerinden bata çıka ben
de. Ayağımın iyiden iyiye alıştığı o kötü kokulu birahaneye
kendimi zor attım. Üçtekeri dükkanının önüne kilitledim.
İçerisi benim gibi ıslak saçlarıyla yeni gelenler ve bağıra
çağıra konuşan yükünü almış adamlarla doluydu. Saçımdan
damlayan yağmur sularıyla bir masaya oturdum. Garson abinin
gürültünün içinde eliyle yaptığı arjantin işaretini göz
kırparak onayladım. İçerideki uğultuyu bastıran yağmur sesi,
bağırışlara ve mutfaktan gelen kızartma cızırtısına
karışıyordu. Birası bir başkaydı. Yani benim için öyleydi.
Altın sarısı değil, bildiğin sarıydı. Hafif sulu ve ucuz. Ama
sanki kafası başkaydı. Sigara dumanı bulutunun altında bir takım
adamlar, sarı biraların eşliğinde hızla kelle oluyordu. Yan
masada 40'larını süren gruptaki adamlardan biri, hegemonyasını
çoktan ilan etmişti. Büyük el kol hareketleriyle ve müthiş bir
heyecanla anlatıyordu.
“Olay
yerine gittiğimizde adamın beyninin parçalarını topladık. Sonra
tabi kim bilir hastanede kaç parçaya ayrıldı. Neyse velhasıl
kelam iş bitti. Çıkışta ne yaptık dersiniz? Gittik kelle paça
içtik.”
Deli
gibi gülüştüler.
“Hem
de sarmısaklı.”
Asker olma ihtimalleri
yüksekti. Gürültünün
içinden bazılarını seçebiliyordum. Bir başka masada üç genç,
abi diye seslendikleri bir adamla oturuyorlardı.
“Abi
benim bi fotoğraf var, sana zahmet onu bir güzel
fotoşoplasana?”
“Niye?”
“Lazım
abi, sakalsız istiyorlar.”
“Sakalları
niye kesmiyorsun lan?”
“Ya
usta, sakalları kesince fena şekilde anneme benziyorum.”
Öbür
masadaki muhabbet daha mı iyi diye kulak verdim. Maaşallah, insan
isteyince kurt adam olabiliyordu.
“Muammer
Abi, senin göbek biraz inmiş mi ne?”
“Nerdeee?”
“Ya
boş versene abi dert etme. Ben sana bir şey söyleyeyim mi?”
Hah,
birisi cümleye böyle başlamayadursun, en mal laflardan laf beğen.
Eeee...
“Abi
şimdi bak, salatalık var ya, ne sever biliyor musun? Gölge.
Gölgede büyür.”
“Ulan
sen var ya.”
Tuvalete
gitmek için kalktığımda arka masaların birinde yine o abi
oturuyordu. Hep aynı yerde konuşlanıp birasına ve kitabına
gömülüyordu. Ön tarafları dökülmüş ak saçlarının özenle
taranmış hali, yakası tüylü kot montu ve yaşına göre atletik
haliyle diğerlerinden kolayca ayrılıyordu. Yine kitap
okuyordu. Yine onun yaşlarındaki sevdiğim öykücünün kitabını
okuyordu.
Masama
döndüğümde geviş getiren gürültü devam ediyordu. Yağmur
hızını kesmemişti. Kalk git abinin yanına otur diye geçirdim
içimden.
“Kadın
olsan yapardın ama. Yok lan onu da yapamazdım.”
Birden
elektrikler gitti. Birahanede ufak bir uğultu koptu. Enerjilerini de
ışıktan alırlarmış gibi sesleri azaldı. Işıklar gittiğinde
hissettiğimiz o birkaç saniyelik sessizlik, böyle de bir hayat var
dedirten gerçeklik... Bir an için yaşanan o küçük aydınlanma
haliyle mekândaki bütün adamların kafalarının üzerinde minik
ampuller yanmıştı. Bazıları çocuklarını ve karılarını
düşündü. Kimileri kötü davrandığı kız arkadaşını, kredi
kartı borcunu, çocukluğunu geçirdiği köyünü ya da karanlık
bir sahilde yıldızlı geceleri. Ben de Uğur'la bütün Kadıköy'ü
tavaf ettiğimiz o geceyi. Bir kadın olarak adını sevmiyordu. Ama
adı gibi geliyordu hep bana. Gözlerimi ovuşturdum geçti.
Garson
masalara küçük mumlar bırakmıştı. Işığın ve muhabbetin
kesintiye uğrattığı sarı bira tüketimi karanlıkla arttı.
Üçüncüyü devirmek üzereydim. Sonunda cesaretimi toplayıp kitap
okuyan abinin yanına yanaştım.
“Abi
merhaba oturabilir miyim?”
“Tabi
buyur.”
“Bu
arada ben Murat.”
“Memnun
oldum Kadim ben de.”
Adının
bilgeliği üzerinde, gereksiz tek bir kelime bile sarf etmiyordu.
Lafı ister istemez kitaba ve yazarına getirdim.
“Bu
adamı çok seviyorum.”
“Ben
de. Ama bu son kitabını o kadar tutmadım. Biraz başkalarına
özenmiş. Hani şu psişik kusmuklarla dolu olanlara. Halbuki yalın
haliyle seviyordum onu.”
“Bunu
daha alamadım. Doğrudur.”
Yağmur
durmuyordu. Dursa da kalkacak gibi değildim. Sarı bira iyi
gelmişti. Kadim Abi'yle sohbeti koyulaştırdık. Pilavcılık
yaptığımı biliyordu. Hatta birkaç kere yediğini söylediğinde
onu hatırlamayınca, hafiften mahcup da olmuştum. Kadim Abi şehir
hatlarında kaptandı. Kadim Kaptan. Şekilci değildim ama bu harika
bir isimdi. Okumaya düşkündü. Siyaset konuşmaya başladığında
şimdilerde unutulmuş amentüleri sıradan ve gündeme dair
örneklerle harika bir biçimde sıralıyordu. Benimle aynı kafadan
olduğunu anladıkça da açılıyordu. Cezaevi günlerini, nasıl
kaptan olduğunu, neden hiç evlenmediğini, çiçeklerle ilişkisini,
adını ilk defa duyduğum balıklardan bahsetti. Koca bir Türkiye
ve dünya turu attırdıktan sonra ağzından çıkan kelimelerle
donakaldım.
“Genç,
vapuru kaçırmaya ne dersin?”
Soru
karşısında duyduğum şaşkınlık, öykü okuyan o sessiz adamdan
beklenmedik o çıkış, kurduğu cümleler sonrasındaki afallamam
fark edilmeyecek gibi değildi. Konuşsam vereceğim her cevap, o
güzel soruyu mahveder diye korkuyordum. Fazla düşünmedim.
Seçilmiş kişi belli ki tam da o an bendim. Doğru soru da buydu.
Sadece doğru yerdeydik. “Evet
derim abi” diye bir şeyler mırıldanabildim. Kadim Abi kaçtır en
iyi dostlarım Ali ve Uğur'la aklımıza gelen türlü türlü
planlardan daha anlamlısını önermişti. Bir örgüt müydük?
Hayır. Siyasi ve toplumsal mesajlarımız olacak mıydı? Evet.
Değişik bir şey mi deneyecektik? Az denenmiş.
Silahları
Kadim Kaptan ayarlayacaktı. Üstelik kaçırdığımız vapurun
yolcularıyla adada piknik bile yapacaktık. Köfteler, rakılar,
voleybol filesi, toplar ve tavlalar da silahların yanında olacaktı.
Güvenlik güçlerini tam da öyle bekleyecektik. Üstelik bize
adadaki birkaç arkadaş ve vapurdaki birkaç adam da eşlik
edecekti. En azından bir yaprak kımıldamış olacaktı.
“Ne
o canın piknik yapmak istemiyor mu?” diye sordu Kadim Kaptan göz
kırparak.
“Hem
de fena” diye cevapladım.
Telefonlarımızı
aldık. Ayrıntıları Uğur ve Ali'nin de katılacağı birkaç
akşam sonraya bıraktık. Kadim Kaptan iznini isteyip kalktı.
Yağmurun durduğunu fark etmemiştim bile. Bir küçük bira daha
içip yollandım. İçim kıpır kıpırdı. Anam belki çok
üzülecekti. Ama her şeyi hesaplamıştım. Bankadaki birikmiş
para ve emekli aylığı ona yetecekti. Keşke tek bedeli bu olsaydı.
Üstelik o da gurur duyardı. Dışarısı sanki iki saat önce
yağmurdan kıyamet kopmamış kadar sakindi. Rüzgâr da dinmiş,
zamansız bir soğuk kalmıştı. Geri kalan pilav için durmadım.
Arabayı eve doğru hiç olmadığı kadar hızlı sürdüm. Uğur'u
aradım hemen.
Uğur
her zamanki muzipliğiyle yanıtladı. “Oooo, Murat Bey... Hayırdır
bu saatte aramazdınız. Neler yapıyorsunuz efendim?”
“İyidir.
Bana bak yarın buluşmamız lazım. Yeni bir plan var. Bak bu sefer
çok farklı. Telefonda konuşamayız” diyerek ertesi gün için
sözleştik.
Arabayı
her zamanki gibi apartmanımızın önüne kilitledim. Ali'yi aradım
cevap vermedi. Cevap vermediyse canı fena sıkkındı. Bu kesindi.
Böyle zamanlarda onu nerede bulacağımı da biliyordum.
Mahallemizin hemen yanında sokak lambalarının ışığıyla
yetinen parka vardığımda salıncakta sallanan Ali'yi belli
belirsiz seçebiliyordum. Ufak adımlarla yaklaştım. Salıncakların
arkasından dolandım. Yanındakine oturdum. Başladım sallanmaya.
Ali ha bire sayıklıyordu. “Bin beş yüz. Bin beş yüz.”
Hızına
yetiştim. Beni fark etmedi bile. Ben de başladım sesli konuşmaya.
“Vapur kaçıracağız. Vapur kaçıracağız. Piknik yapacağız.
Piknik yapacağız...”
Ali'nin
salıncağı yavaşladı ve yavaşladı ve durdu. Hızını alamayan
benim salıncağın zincirini aniden tutup beni durdurmasıyla
sarsıldım. Bir eliyle salıncağımın zincirinden, öbürüyle
kolumdan tutup beni kendine çekti.
“Sahi
mi diyon lan? Bunu hiç konuşmamıştık.”
Kollarını
silkeledim ve salıncaktan indim.
“Ya
Ali sen ne zaman adam olacaksın? Sahi, evet. Yeni bir şey. Sonra
anlatacağım.”
“Uğur'a
haber verdin mi peki?”
“Yarın
buluşacağız.”
“Sigaran
var mı?”
Paketi
uzattım. Bir tane de ben yaktım. “Bize gidelim” dedi. Yol
boyunca hiç konuşmadık. Yağmurdan kalan su birikintilerine basa
basa, yavaş adımlarla planın ayrıntılarını düşünerek,
kendimizce evirip çevirerek yürüdük. Mahalleye vardığımızda,
daha çok sıçana benzeyen siyah beyaz yavru bir kediyi de yanımıza
aldık. Evde bir güzel kuruladık. Suyunu sütünü verdik. Ali
elektrikli ısıtıcıyı “Sezonu açıyoruz. Sabah erken
kalkacağım sen takıl” diyerek açtı.
Yorganın
altına bıraktım kendimi. Sarı bira tadı ağzımda, ada vapurları
gördüm rüyamda.